1 Aralık 2014 Pazartesi

HAYDİ, EN ZOR SORULARI SORALIM KENDİMİZE!


Ve olaylar öyle bir gelişir ki, ardı ardına gelen olumsuzluklar bizi köşeye yapıştırıverir. Kendimizi kandırmamızın geçerliği yoktur artık. Başkalarının karşısında haklı olmak adına verdiklerimiz de çoktan tükenmiş, elde avuçta bir şey kalmamıştır. Belki de uzun süredir kaybedenler kulübünün en gözde üyesi olmuşuzdur, belki farkında bile değilizdir koskoca yalnızlığımızın.

Hiçbir ego bir arkadaş sıcaklığının ve bir dost paylaşımının yerini tutamaz elbette. Kötü biri de değiliz aslında ve her birimiz olağanüstü bir öz taşıyoruz. Hayır, elbette en kötü işlere bulaşmışlar bile kötü insanlar değildir. Kendimizi sevmemek için hiçbir neden yok, yalnızca eksiğimizi tamamlamak adına egomuzun yamulttuğu görüntülere takılıp gidiyoruz o kadar. Zeminde gezinmek, onunla bununla eğlenmek hoşumuza gidiyor. Yatayın boş sonsuzluğuna ömrümüz yetmeyince de bunalıyoruz.

Koskoca evren bilmecesinin çok parçalı yapboz bölümünde en ufak parçacıklardan biriyiz. Yanlış yerlere sokulmayı ya da yapbozun bir kıyısında savrulmayı iyi başarıyoruz. Kimi zaman egomuzun gazıyla öyle bir şişiyor, öyle bir büyükleniyoruz ki olmayacak yerlerde gezinip kendimizi yoruyoruz. Artık doğru soruları sormanın zamanı geldi.

Doğru sorular kendini bilme ve psikolojik yaşamımızla ilgilidir. İnsan bedeninin duygu, düşünce ve hareket merkezli olduğunu fark etmeliyiz. Duyguların, geçmiş deneyimlerimizin genetik ve ruhsal yolla aktarılan kişilikler olduğunu, onların hepsinin birer davranış kalıbı olarak psikolojimize yansıdığını bilmeliyiz. Sonra yapacağımız ilk iş onları yakalayan gözetmen bir ben oluşturmaktır. Onları fark ettiğimizde onlarla gitmezsek, durursak oyuna da gelmeyiz.

İçimizde kimler yok ki! Tilkiler, panterler, yılanlar, tavşanlar… Kolay gelsin. Onları fark ettikçe, kendinizi durdurdukça yaşamınız değişmeye başlayacak. İlişkilerinizin niteliğini arttırdıkça kendinizi daha çok bileceksiniz.

Doğru soruların bir bölümü de döngülerinizle ilgili. Yaşamınızda yinelenen sıkıcı durumlar, başarısızlıklar, kayıplar var mı, bunlar daha ne kadar sürecek? Belli durumlarda vermeniz gereken karşılıklar vardır. O yanıtları tam olarak vermedikçe döngü sürüp gider. Örneğin insanlara “hayır” diyemiyorsunuz ve istemediğiniz işler başınıza geliyor. Hayır, demeyi başarıncaya kadar o tatsız durumlar karşınıza çıkar. Eylemi gerçekleştirmek bir hak ediş oluşturur ve dersi geçersiniz. 

Bizi sıkıştıran, kilitleyen durumların ardında çoğunlukla bir travma vardır. Travmaların en iyi çözümü ruhsal bir terapi almaktır. Çağdaş tıbbın ilaçları belirtileri kapatsa da derinde yatan duygusal sıkışmayı çözemez ya da olumlu düşünmeye çalışıp melek meditasyonları bizi geçici olarak rahatlatsa da travmanın izini silemez. Bir regresyon terapisi en derinlere inebilen en iyi yöntemlerden biridir.

Bağımlılıklarımız o gitmediğimiz psikologun ya da meditasyonun açığını kapatmaya çalışır. Bu kaliteli kendini kandırmanın sonu hastalıklardır. Kaba duygularımızın, benliklerimizin güttüğü biri olarak varacağımız en son nokta doktor odasıdır. Hastalık bedenin son uyarısıdır. İyileşmek için yaşam biçimimizi değiştirmek zorunludur. Hele yaşamak için bir nedenimiz varsa…

Niye buradasınız, yaşam amacınız ne? Zor sorulardan biri de budur. Yaşam amacınız çok önemli, kutsal bir şey de olmayabilir. Belki çok basit bir şeydir. Kimisi insanlar arasında bağlantılar kurmak için buradadır, kimisi yaratmak için. Kendiniz hakkında doğru bilgilere ulaşmanın çeşitli yolları var. Sizi gözleyenlerin ortak olarak dillendirdikleri özellikleriniz olabilir. Ya da sevgiyle yaptığınız bir iştir belki.

Haydi en zor soruları sormayı sürdürelim kendimize! Neden komşularımızı kendimiz gibi sevemiyoruz? Asansörlerde öğretilmiş bir kibarlıkla selam verip geçtiğimiz komşumuzun hasta olduğunu hiç bilmeyiz. Çizdiğimiz sınırların bizi ne kadar çok şeyden ayırdığını bir bilsek asla öyle davranmazdık oysa. Kendimizi ayırdıkça öteki denen kutbu oluştururuz. Bu baskı doğurur, ayrılan çatışmayla yer bulmaya çalışır. Birlik duygusuyla hareket edersek kutupları, çatışmaları durdururuz. Komşunun senin bir yansıman olduğunu anlamalısın. O da sen de evren aşuresinin tanelerisiniz.

Karşınıza hangi nedenle olursa olsun çıkanlara, “Size nasıl yardım edebilirim?” diye sormalısınız. Hem de her gün insanlarla karşılaştığınız bir işte çalışıyorsanız. Sabırla bu tutumunuzu sürdürdükçe gelenlerin daha sakin insanlar olmaya başladığınızı göreceksiniz. Onları sorun olarak gördükçe sorunların içine düşeceğiniz kesindir. Seçim sizin ve denemek bedava…

Bir yerlerde okumuşsunuzdur, kimi insanlar bir aleti farklı iş için kullanır, pratik bir çözüm üretirler. Bulaşık makinesinde turşu yapanlar, diş macunuyla çivi deliklerini kapatanlar gibi. Biz de bu dünya için üretilmiş beden makinesinin ince bir özelliğinden yararlanarak daha ince bir boyuta sıçramayı denemek durumundayız. Bütün bu soruları bunun için sorarız. Bu ezoterik soruların amacı yükselmek, bir adım daha öteye gitmektir.
Neden sorular sorarız, neden adam olmak isteriz, neden iyi biri olarak anılmak gerekir, neden ölürken iyilik yaparlar, neden kötülük var, neden yalnızca dünyada gelişmiş bir yaşam var, neden aklı başında insanlar öte alemlerden söz eder, neden arılar uçuyor, neden kimi organik maddeler bilinç taşıyor, neden Amerika’da, Mısır’da, Hindistan’da ermişler aynı deneyimleri yaşayıp aynı bilgileri söylüyorlar, neden Afrika’daki Dogonlar çağdaş astronomların bilmediklerini biliyorlar, neden her şey titreşimden oluşuyor, neden…                   

3 Kasım 2014 Pazartesi

SEVGİ NE OLA?



Bir atom altı parçacığın yörüngesindeyken birden bire başka bir parçacığa çekilmesinin nedenini düşündünüz mü hiç? Bir mikroskopla tek hücrelinin ikiye bölünmesini izlediniz, derin sularda yumurtalarını bekleyen balığın kalp çırpıntısını duyumsadınız mı? Ya da bir erkek güvercinin dişi bir güvercine dokunuşunu gördünüz mü? Bir belgesel filmde ölmek için giden bir fili takip edip o yerdeki kemikleri fark ettiniz mi? Bir insanın inzivada neler düşündüğünü deneyimlediniz ya da çilehanenin dar ve alçak kapısının ne anlama geldiğini araştırdınız mı? Bu saydığım örnekler sizi bir yerlere çektiyse siz de sevgi yolundasınız demektir.

Ermişlerin vazgeçmişlikleri insanı her zaman etkilemiş, onların piştikten sonra yola koyuluşları, şiir söylemeleri birçoğunun kaderini değiştirmiş. Koskoca Aşık Paşa, 14. Yüzyılda, Yunus’u keşfedip sarayı, malı mülkü bırakıp düşmüş yollara. Farsçayı, aruzu bırakmış Yunus’ça söylemeye başlamış. On binlerce talip dergaha girmiş, çileye durmuş. Pirin ellerinden bade içmiş, yüce bir deryaya girip balık gibi yüzmüş.
Yalnızlık sevgisi anlamlı bir anı olsa gerek, o gizemli tadı bilen için. O kendi kendinin evreni olmak algısı, insanın yüksek duyguları içinde özel bir durum. Ayrıksı, enginliklerde ve kendisine yaban olan ne varsa bırakmış olarak.
Kendimle kaldığım zaman, örneğin bir yazıya başladığımda, ilk önce ellerimi görüyor, onlarla baş başa kalıyorum. Kimi zaman ne bunlar, diye şaşarak izliyorum ellerimi. Başka birine aitmiş gibi ya da bir masa, bir bardak, bir kalemmiş gibi izliyorum ödünç ellerimi. Hiç düşünmüyorum bile “ben nerdeyim”i.
Bedenimi anımsıyorum sonra, ayaklarımı, gövdemi ve kafatasımı. Ben bunlar da değilim ve geçiyorum karşıma, izliyorum karşımdakini. Ne güzel bir derleme, diyorum kendi kendime. Bu dünyanın maddesinden yapılmış muhteşem, ama bir o kadar da yorgun bir makine. Özel bir elbise duruyor karşımda, sıyrılıp çıkmışım içinden. Çıkan ne? Çıkan bilincim? Bilinç ne? O da bedenim gibi bir madde. İdrak denen bir enerjiyle sıkıştırılmış bir bilgi demeti taşıyan özel bir alan. Daha ölçülemeyen, ayrıntıları bilinmeyen bir varlık ya da Horasan Erenlerinin dediği gibi: can.
Elbet bilim alanını genişlettikçe ölçülemeyen enerjiler de ölçülebilecek, “yok”ta bekleyen bilgiler “var”da olacak. Din özüne döndüğünde, belki sevgiyi öğrendiğinde, durağan madde karakterini bırakıp devingen ruh karakterini kazanacak ve yol görünür olacak.
Gün gelecek her insan kendi planında maddeyle olan sınavını bitirecek, bıkacak bu oynaşmadan. Yunus gibi haykıracak: “Var biraz da sen oyalan”. İşte o zaman bilinecek Yunus’un yandığı, piştiği, o insanı diyar diyar dolaştıran, ermişçe konuşturan sevgi.
“Çalap’ın* katında sevginin bin türlüsü var” diyen ey Koca Yunus! Sevgi ne ola? Elbette Yunus’un gittiği yer belli, merdiveni sevgi. Sevgi de madde, öfkeden daha ince, öfkeden ötede. Sevgi beden kabuğunda bir inci… Öfke, nefret yanan bir taş. Sevgi su onun yanında, sevgi su gibi çözücü, silici…    
Yunus’ta sevgi, cenneti bile bırakma. Sevgi denen madde, bıraktıkça çekilebilme. Sevgi denen madde, azaldıkça bütünlenen bir varlığı tamamlama.
(* Çalap: Yaradan, Tanrı)  

18 Ekim 2014 Cumartesi

KİTAPLAR GİBİDİR İNSANLAR DA

Yazının bulunuşundan bu yana, yaklaşık üç bin yıldır, kitaplar yaşamımızda ve aslında insanın hızla ilerleyişinin arkasında onlar var. İlk yazarlar arasında peygamberlerin, mistik bilim insanlarının oluşu rastlantı olamasa gerek.
Bütünün bilgisi her dönem kitaplarla taşınmış idraklere. Bütünü iç-dış, yukarı-aşağı, kalın-ince diye ayıran insanoğlu, kendi yazgısını da dıştan içe, aşağıdan yukarıya, kalından inceye doğru seçmeye çalışmış. Önce ne ararsa kendinde aramış, yüce bilinçleri sezmiş, kendi kabalığını görüp kendini yontmaya, incelmeye çalışmış. İçlerinden çıkan içselleşmiş, yükselmiş, incelmiş ustalar deneyimlerini, yolculuklarını kitaplara yazmış.
Bütünün bilgisi bir aradayken zamanla ayrışmış, birbirine düşman gibi olmuş, insana nice dersler yaratmış, sonra bu günlerde bir araya gelmeye başlamış. İkiliklerin bir olmadan olamayacağı anlaşılmaya başlanmış. Dinsel kitaplar ve fen kitapları insanın tekamül yolunda ayrı ayrı işlevlere sahip olmuş. Yüksek bilinçlerden süzülen bilgiler özenle papirüse, parşömene yazılmış. Ondan önce de taşlara, kil tabletlere işlenmiş. Bilgi demetleri, duygu ve düşünceler, kısacası insan kağıtlara geçmiş, insan kitap olmuş, kitaplar da insan…
Evet, kitaplar gibidir insanlar da… Kimisi çok gösterişlidir, parlak ciltler, pahalı kağıtlar ve baskılarla göz alırlar. Ama çoğunun içi boştur, insanı alıp götüremez bir yere. Onlar dolgu malzemeleri gibi kitaplık raflarını doldurup dekoratif malzeme işlevi görürler. Onlar süslü resimleriyle bizi oyalayıp yerimizde saydırırlar, öyle çekicidirler ki hatırlamamız gereken bilgilerin peşinde olmamız gerekirken bizim her şeyi unutmamıza neden olurlar. Kimileri de mütevazi ciltleriyle, sade baskılarıyla yanı başımızdadır her zaman. Onlar çoktan o kağıdın, mürekkebin hakkını vermişlerdir, içerikleriyle gönül telimizi titretmeyi başarmışlardır. Onlar yüksek bilinçlerin düşünceleri içerirler ve bizler izin verirsek içimizdeki kapalı kapıları açmamıza yardım ederler.
Her insan yeryüzü kitaplığına sessizce bırakılmış, önceden yazılmış bir kitaptır. Yaşamı boyunca kendi kitabının içeriğini anımsamak ve anımsadıklarını yazmakla görevlidir. Birçok bölümden oluşmuştur, bebekliği ilk sayfalarıdır. Tertemizdir çocukluğuyla, ama zamanla kirlenmeye başlar. Temiz sayfalarında karanlık parmak izleri belirir. İçindeki sayfalar kıvrılmaya, hatta kimileri yırtılıp kaybolmaya başlar. Kimi insan sayfalarının çoğunu boş bırakmış, tembellik ederek yüzleşmelerinden kaçarak görevini yerine getirmemiştir. Kimi insan da yazması gerekenleri bırakmış, bambaşka şeyler yazmaya başlamıştır.
Kitapların da insanlar gibi bir bedenleri var. Başlarına gelen fiziksel olaylar kaba taraflarında, kağıt ve ciltlerinde bozulmalar yaratıyor. Kimi kitaplara bakıyorsunuz sırtı zorlanmış, aldığı darbelere dayanamamış. Kimisinin cilt ipi sökülmüş, ayakta zor duruyor. Kimisinin sayfaları ipince, en ufak bir dokunuşta buruşuveriyor; kimisinin sayfaları sert, kalın, birbirine yapışmış, öteki sayfaya bir türlü geçemiyorsunuz. Kimisinin ayıracı var, onu nereden okuyacağınızı, ara verdikten sonra da nereden devam edeceğinizi biliyorsunuz. Dokunmaktan, izlemekten zevk aldıklarınız da ayrı bir konu.
Kitapların da insanlar gibi anlamsal yanı, ruhsal bir bölümü var. Kitap içerikleri insan içeriklerinden oluşturulmuş çoğu zaman. Kimi kitaplar serttir, olumsuzdur, şiddet içerir, ayırır, böler, yönlendirir, kapatır. Kimi kitaplar da rahatlatır, yol açar, olumlu duyguları besler; barıştan, sevgiden, eşitlikten, paylaşmaktan söz eder. Kimisi de bambaşka anlamlarla gelir, dönüştürür. Yüksek bilinçlerden gelen sözün başka bir gücü vardır, kendinizi eşekten inip ata binmiş gibi duyumsarsınız. Bu yeni deneyimle yeni kararlar alıp güvenle ilerlersiniz yolunuzda.
İşin kötüsü, yeryüzündeki çoğu insan fiziksel olarak ciltlenip basılarak tam biçimde dolaşıma çıkmış görünüyor; ama içerik olarak tamamlanmamış, anlatmak istediğini anlatamamış olarak duruyor. Ruhsal yönden eksikliklerinin farkında olmadan ne bir işe yarıyor ne kendisine bir yararı dokunuyor. Hep eksik yanını arıyor ya da farkında olmadan boşlukları resimlerle doldurmaya çalışıyor. Bol renkli, geniş yer kaplayan süslü görüntüler onu oyalamaktan öteye gidemiyor.
Nasıl insanı insan doğuruyorsa kitapları da başka kitaplar doğurur. Son iki bin yılda yazılan kitapların çoğu ilk binde yazılanlardan doğmuştur. Güneş altında söylenmedik söz yoktur, derler ya kitaplardaki sözler için de geçerlidir bu yargı. Yazı türlerinden en özgün olanı, en yeni düşüncelere rastlama olanağınız olan tür denemedir. Türün içerik yönünden en kısa tanımı bilinen konularda yeni sözler söyleme sanatıdır. Türe isim babalığı da yapan Fransız yazar Montaigne (Monteyn) bile denemelerini okuduğumuzda antik dönem düşünürlerinin sözlerini aktarmış, onları yorumlamaya çalışmıştır. Ya da başka bir sözün yinelenmesi örneği vermek gerekirse günümüz Avrupa’sında yayımlanan nöroloji konulu bilimsel dergileri incelediğimizde birçok makalede özellikle Hint, Mısır, İslam ve Kızılderili ezoterizminin binlerce yıl önce söyledikleri bilimsel terimlerle yinelenir. 
Buraya dek kitap ve insan arasındaki benzerliklerden söz ettik, ama bu ikisi arasındaki ayrılıklara da değinmek gerekir. Anlatılmak isteneni daha belirgin kılmak için bu gerekli. Kitaplardan bağımızı koparmadan insanın kitaptan farkını anlatmak gerekirse şunu söylemeliyiz: İnsanlar, kendi bedenini (cildini) ve içeriğini (anlamını) yenileyebilen özel kitaplardır.
Bizler donmuş bir kaderin düz çizgisinde, yatayda kalmaya tutsak, geri dönüşüm sırası bekleyen nesneler değiliz. Kendi cilt ipini kendi dikebilecek, bağrında yazılanı anımsayıp yazmaya başlayacak, güçten gelen, güçlü varlıklarız. Kendi üzerimizde çalışmaya başlayarak, farkındalıklarımızı dikkatimizle birlikte arttırarak değişebiliriz. Biz bunu seçersek ve bunda çabalarsak yeni bir kapakla, düzgün bir ciltle, yüce bilgilerle yola devam edebiliriz. 
Yaşam; tozlanmış, yıpranmış, içeriği eskimiş insanlarla dolu. Anladım ki onlar gibi olmamak için, kopup geldiğim yere dönmem için, bedenime ve ruhuma özen göstermem gerekiyor. Anladım ki beslenmeme, esneklik sağlayan fiziksel hareketlerime, nefes almama dikkat etmem ve onları eksiz biçimde yinelemem gerekiyor. Anladım ki psikolojik durumu gözlemem, onu olumsuz söz ve eylemlerle bozmaktan kaçınmam, özümü anımsamam gerekiyor.
Bedenim ve ruhum üzerinde özenle çalışırsam o güzel bilgeler, belgeler gibi olurum; o zaman insanlık rafının düzeyine ulaşır, evren kütüphanesindeki yerimi alırım.
 
 
 
 

7 Haziran 2014 Cumartesi

OZANLARIN İŞİ

 
Elbette uygarlık, işini iyi yapanların yüzü suyu hürmetine bugünlere geldi. İnsan, yüreğini ve aklını kullandıkça kendini sonsuz evrende anlamlandırdı. Yeryüzünün kaba doğasıyla karşı karşıya kalınca önce ürktü, içine doğru çekildi. Ta ki şaman ona güvenini verene dek…

İçine doğru çekilmek insana bütünlük, birlik duygusuyla gelen bir eğilimdi, ama şaman bunu daha ayrıntılı, daha tümleşik biçimde yapıyordu. Şamanın esrimesi, insanın kendi psikolojisine egemen oluşunun en ileri aşamasıydı. Bu ilk ayinlerle insan sanatı da yaratmış oldu. Dinsel ayinler içinde dans, oyun, şiir ve müzik vardı. Orta Asya’daki Türkçe konuşan toplumlarda şaman görevini yapan özel kişilere bakşı(bahsı) , ozan, kam gibi adlar verilmiş. Anadolu’da saz aşığı ya da ozan olarak anılan kişiler bu kadim geleneği dönüştürerek sürdürmüşler. Dede Korkut’tan Aşık Veysel’e ozan yüreği halkın söyleyemediklerini türkülerle dile getirmiş.

Tarih boyunca bütün toplumlarda, katı yeryüzünden ince gökyüzüne uzanmayı ve oradan güneşlere ulaşıp kutlu ateşler çalmayı yalnızca ozanlar denemiş. Kutsal gizemleri, idrakleri alevlendiren söz hazinelerini onlar bulmuş, aşağıyla yukarının birleştiği insan varlığında özel yolculukları onlar deneyimlemiş ve en yeni sözcükleri türetip en olmadık sözcükleri yan yana getirip yepyeni anlamları onlar tetiklemiş.

Esin perilerinin izniyle gökten yağan anlamlar nice dilsizin dili olmuş, nice hastayı sağaltmış, nice yüreklerin acısını dindirmiş. Ozanın sözünü işiten yığınlar ona saygı, sevgi duymuş. Ozanın sözlerinin kanatlı olduğuna inanmışlar. Sözlere kanadı Eski Yunan’da ilk kez Homeros takmış. Sonra kadın şair Sapho, Parnas dağındaki esin perilerini çokça çalıştırmış. Virgilius çobanları anlatmış, doğa tanrısı Pan’ın yüreğine su serpmiş.

İtalya’dan Dante çıkmış, üçlükleriyle söz etmiş tanrısal olandan. İngiltere’den bir Shakespeare çıkmış sahneye, sözleri bu kez o kanatlandırmış. Tam yirmi sekiz yaşında oyunlarını yazmaya başlamış, tiyatro aşkıyla kendini var etmiş, şiir gibi repliklerle konuşturmuş kahramanlarını, kabına sığmayınca döneminin en ünlü şiir biçimi olan soneler yazmış. İlahi olanın sezgisiyle sevgilileri konuşturmuş, kimi sonelerinde kozmolojik düzeni anlatmış. Gerçek aşkın her durumda değişmeden duracağına, kıyamete dek süreceğine inanmış. “Yıldızların müziğini şu topraksı bedenlerimizle duyamıyoruz.” diye yazmış Venedik Taciri’nde.

Anadolu’dan Mevlana, Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre gibi mistik ozanlar çıkmış; sevgiyi, hoşgörüyü, gerçek inancı söylemiş. Yunus Emre: “Çalab’ın (Tanrının) dünyasında sevginin yüz bin türlüsü var.” demiş ve karış karış gezmiş Anadolu’yu, Hacı Bektaş-ı Veli: “İncinsen de incitme” demiş, Mevlana ney çalgısının acı ezgisiyle aramış Yaradan’ı ve “Şimdi yeni sözler söylemek lazım.” diyerek yakmış tüm kitaplarını.

Gerçekten de nasıl geliyordu o yeni sözler, o kanatlı sözlerin gizemi neydi? Ozanın gücü sözlerine yansıyorsa o gücün kaynağı neredeydi? Hiç kuşkusuz ozan bu gücü özünden alıyordu. Özü çürük ozanın sözleri de eylemleri de çürük oluyordu. Sağlam söz içinde kuşkuyu, korkuyu, öfkeyi, bencilliği ve inadı barındırmıyor; tam tersine yüce olanın varlığına, yüksek kozmik yasalara teslimiyetle var oluyordu. Sağlam söz tam yerinde, gereken kadar ve varlığın ihtiyacına göre oluyor, görevi şifaysa şifa, idrakse idrak sağlıyordu. Sözün özünü varlığın özü belirliyordu.

Yeryüzünde günümüze dek çok ozan yetişmiş, hepsi de insandan yana olmuş. Kimisi ilahi aşkla herkesi bir görmüş, mal mülk hırsıyla davrananları yermiş, egemenlerin çıkarlarına çomak sokmuş. Kimisine bilge yöneticiler sahip çıkmış, ozanları çağın zorbalıklarından korumuş, kimi yöneticiler de onları düşman gibi görmüş. Çoğu anlaşılamamış ozanların, hor görülmüş, sürgün edilmiş, yargılanmış, öldürülmüş. Oysa insanoğlunun, büyük insanlığın, gönül gözü ve vicdan sesidir ozanlar.

Ozanların gönlünde bütün insanlar, hatta tüm yeryüzü birdir, eşittir; dünya malını kolayca paylaşırlar, önemsemezler bu nedenle. Ozanlar iyilik dolu yürekleriyle toplumsal yararın yanında olur, çağına göre bir örgütsel yapıya da katılırlar. Amaçları canların varlık düzeylerine gerçeklik içinde yardım etmektir. Ozanların varlık düzeyleri yüksek olduğu için çağının toplumsal aksaklıklarını da öteki canlara göre daha önce fark ederler. Yunus kabuklaşan inançlarla karşılaşınca o insanları eleştirip halkı bilgilendirir: “İkilikten geçemedin/ hali halden seçemedin/Dosttan yana uçamadın /Fakılık (fıkıh ilmi) oldu sana fak(tuzak)” Yunus’un derviş gönlü kendi döneminin ötesine taşan, bugünlere ışık tutan dizelerle gerçeği, doğruyu söylemiş. Mollanın ilmi kendi sınavına dönüşür demiş, çözümü de eklemiş: İkilikten, dünya etkisinden uzak dur; durumlarını iyi çözümle, ayır; vicdanınla ilerle, Dost yolunda ol.

Ozanların, çokmuş gibi gözükse de, her zaman bir tek işi olmuş: kendi özünü bulduktan sonra halkın elinden tutup onlarla yüce, yüksek işlere girişmek…

12 Nisan 2014 Cumartesi

GEMİLER VE İNSANOĞLUNUN YAZGISI


GEMİLER VE İNSANOĞLUNUN YAZGISI

Toprağın üzerine kurulan barınağın deniz üstüne yansımasıdır gemiler. Bir çadırdır, evdir. Deniz ana, zaten toprak ana gibidir; çocuklarını yaratır, besler ve büyütür.

Deniz ana toprak anadan daha zorludur ama, daha oynaktır, daha yoklayıcıdır, uyanıklık ve beceri ister insanoğlundan. Denizin üstünde kalmak çaba ister, direnç ister. Deniz ve gemi insanı eğitir, olgunlaştırır, yeni görevlere hazırlar. Büyük uygarlıklara baktığımızda ya bir deniz kıyısında ya büyük bir ırmağın ovasında kurulduğunu görürüz. İnsanların taşla ilişkisinin hemen yanında suyla, gemiyle olan ilişkisine tanık oluruz.

Gemileri yapmak da suda yürütmek de büyük beceri gerektirir. Gemi yapımı ve onun suda yürütülmesi insan zekâsını ve kas gücünü gerektirir. Bir kente yapılacak tapınağın getirdiği toplumsal ve bireysel hareketlilik neyse bir gemininki de odur. İnsanlar doğayla, kendi özüyle bir savaşıma girer, yorucu bir emek, zekâ etkinliğinden sonra ödülünü alır. Gerçek ödülse kendi varlığını geliştirmesi, içindeki güçleri dışarı çıkarıp somutlaştırmasıdır.    

İnsanoğlunun denizdeki evi olan gemiler insan için varlığını geliştirme, toplum için uygarlık sınavıdır. Kimi zaman toplumun geleceği anlamına gelir. Göç yolu kimi zaman engin denizlerdir. Buradaki serüvenler toprak üstündekiler gibi insan ruhunda köklü ve kalıcı izler bırakmıştır. Batan kıtalardan kaçan insanlar, Atlantis ve Mu insanları kendilerini okyanusun ortasında bulmuşlar, bu deneyimleri yaşamışlardı.

Nuh tufanı da insanın düşünce evreninde iz bırakan gemi hikâyelerinden biridir. İnsanlığın ve öteki canlıların sığınağı olan büyük bir gemi karşımıza çıkar. Nuh’un gemisi kadim uygarlıklardan bugünkü insanlığa gönderilmiş bir mektuptur. Bu eski hikâye ile gelen sembolleri çözmeli, dersimizi almalıyız.

Tanrı, Nuh'a bir gemi yapmasını, yaşayan bütün hayvanlardan birer (ve bazılarından yedişer) çift almasını emreder:

“Kendine gofer ağacından bir gemi yap. İçini dışını ziftle, içeriye kamaralar yap. Gemiyi şöyle yapacaksın: Uzunluğu üç yüz, genişliği elli, yüksekliği otuz arşın olacak. Pencere de yap, boyu yukarıya doğru bir arşını bulsun. Kapıyı geminin yan tarafına koy. Alt, orta ve üst güverteler yap. Yeryüzüne tufan göndereceğim. Göklerin altında soluk alan bütün canlıları yok edeceğim. Yeryüzündeki her canlı ölecek. Ama seninle bir antlaşma yapacağım. Oğulların, karın, gelinlerinle birlikte gemiye bin. Sağ kalabilmeleri için her canlı türünden bir erkek, bir dişi olmak üzere birer çifti gemiye al. Çeşit çeşit kuşlar, hayvanlar, sürüngenler sağ kalmak için çifter çifter sana gelecekler. Yanına hem kendin, hem onlar için yenebilecek ne varsa al, ilerde yemek üzere depola." (Tevrat, Yaradılış)

Sümer, Maya, Uygur gibi toplumlarda aynı hikâye anlatılır, hepsinde de tanrıların insanlar üzerindeki çalışmalarının bir dönümü, bir dönem sonu vurgulanır. İnsan yeryüzünün su varlığıyla sınanır. İnsanoğlundan yeni bir söz alınır. İnsan gemisini, inancını kendi gereksinimlerine göre en uygun biçimde oluşturmalı, içine yeryüzü canlarını, varlıklarını almalı ve onların besinini, gerekli olan bilgileri de unutmamalıdır. Büyük fırtınalar hep olmuştur, olacaktır, insanoğlu kutsal bilgileriyle, bu felaketleri aşacaktır. Tanrı okulunun sürekliği esastır.

 Şimdi gözlerimizi kapatıp yaklaşık üç bin yıl önceye, M.Ö. 1400’lere gidelim. Bugünkü Fethiye, o zamanki Likya kıyılarındayız. Sedir ağacından yapılmış bir yük gemisinin yaklaştığı görüyoruz. Güneşin güçlü aydınlığında Ege denizinin serin rüzgârını alnımızda duyuyoruz. Gemi 15 metre uzunluğunda ve 5 metre genişliğinde, ortasındaki direğe büyük bir bez yelken bağlanmış. Büyük olasılıkla Mısır, Filistin, Kıbrıs rotası üzerinden Ege’ye giriş yapmış.

Bu ilginç gemi Mısır’dan Luvi limanlarına doğru ilerleyen bir yük ve ticaret gemisiydi. Yolculuğun sonun geldiklerinin düşünene gemiciler sürpriz bir fırtına ile alabora oldu. Gemi, bugünkü Kaş ilçesinin 8,5 kilometre güney doğusunda mürettebatıyla ve değerli yükleriyle Likya mavisinin derinlerinde kayboldu.

Bronz çağının başlarında batan bu yük gemisi, o zamanın ticaretini, kültürlerini günümüze taşıdı.1982 yılında bir sünger avcısının gemiyi bulduktan sonra Türk ve Amerikalı sualtı arkeologları kazı çalışmalarına başladılar ve geminin insanlık tarihinin en eski batığı olduğu belirlendi. Gövdesinden alınan örnekler geminin Mısır sahillerinde, sedir ağacından yapıldığı kanıtladı. Gemi hammadde olarak kullanılacak cam külçeler, Mısır sahillerinde yetişen Abanoz ve Sedir ağacları taşıyordu. Ayrıca kesilmiş ve tam kesilmemiş halde fildişleri, Mısır kıyılarından getirilmiş su aygırı dişleri, vazo yapımında kullanılan deve kuşu yumurtaları ve müzik aleti yapımında kullanıldığı tahmin edilen kaplumbağa da vardı. Bunlardan başka Kıbrıs’ta üretilmiş seramikten yapılma kandiller, altın gümüş takılar, bir altın kadeh, boncuklar ve altından yapılma fayanslar, kozmetik kutuları, bakırdan yapılmış kap kaçaklar, su aygırı dişinden yapılmış bir borazan ve nerede kullanıldığı bilinmeyen daha birçok ürün ve tunç aletler... Gemide yiyecek olarak taşınan mallar da vardı bunlar; badem, üzüm, sumak, incir, zeytin, buğday ve arpa tohumuydu.

Gemi ve insan birlikteliği destanlarla da sürüp gider. Bunun bir yansıması Homeros’un Odessa destanındır. Kahramanımız Odesseus’un serüveni insanoğlunun kutsala karşı eylemlerinin kendisine hangi bedelleri getirdiğini göstermesiyle dikkat çekicidir. Gemi topraktaki evin yerini alırken bir yandan da onu karısından ayıran bir mekân, bir kader olarak karşımıza çıkar. 

“Akha yiğitleri belli süreler ve serüvenler geçirerek yurtlarına döndüler. İçlerinden çoğu öldü, bazıları evlerine dönebildi. Sadece Odesseus bir türlü evine dönemedi ve bir on yıl daha denizlerde süründü. Truva Savaşında Odesseus, Truva Şehrine dehlizlerden gizlice girerek, şehri koruduğu düşünülen Athena'nın bizzat büyülediği bir heykeli (Palladium) çalarak Agamemnon'a sunmuştu. Odesseus'un başındaki diğer lânetler; Truva Savaşı sırasında tuzak kurarak Palamedes'in taşlanarak öldürülmesi ve Rhesos'u uyurken atları için katletmesi diğer yaptıklarıdır. Ayrıca, Poseidon'un oğlu olan dev kiklop Polyphemus'un tek gözünü kör etmesi de başlı başına bir lânetti. Tüm bu lanetler Athena ve Poseidon tarafından kendisine türlü belalar şeklinde yollandı. Ama sonunda Odesseus 20 yılını evinden ayrı geçirdikten sonra lanetler Zeus tarafından kaldırıldı ve Odesseus sevgili karısına kavuşabildi."   

Truva savaşından bin yıllar sonra yaşanan Çanakkale deniz savaşlarını anımsamamak elde değil. Gemi bu kez karşımıza bir ölüm makinesi olarak çıkıyor. İngiltere ve Fransa, çoğunluğu sömürge ülkelerinden topladıkları askerleri, dev savaş gemilerine doldurmuş, Çanakkale’ye varmışlardı. Daha savaş başlamadan savaşı kaybeden Türk tarafınınsa elinde son bir kozu vardı: Nusrat mayın gemisi… Anadolulu bu küçük gemi elinde kalmış son 26 mayını kara sulara bıraktı. Bu kez Akha orduları yenilmişti.

Çanakkale’deki karanlığın devleri sulara gömülmeden üç yıl önce ünlü yolcu gemisi Titanik insanlık tarihinde büyüklüğü ve acıklı sonuyla önemli gemilerden biri olmuştu. İnsanların hırs ve umut duygularıyla sınandığı bir yazgısı vardı lüks yolcu gemisinin.

White Star denizcilik şirketi, yüksek kazanç sağlayan Kuzey Atlantik hattında piyasayı ele geçirmek istediği için büyük gemiler yaptırdı. Ancak şirket, gemilerin hızı açısından rakibi Cunard Line’la yarışamadı. Bu nedenle daha büyük ve lüks gemiler üzerinde yoğunlaştı, böylece zengin ve ünlü insanlara seslenebilecekti. Ama Titanik, başka bir amaca da hizmet edebilirdi. 1900-1914 yılları arasında her yıl yaklaşık 900.000 göçmen Amerika Birleşik Devletleri’ne giriş yapıyordu. Gemi şirketlerinin en büyük gelir kaynağı, bu yeni bir yaşam umudu ardında koşan göçmenleri Avrupa’dan Birleşik Devletler’e taşımaktı.

Birçok insan Titanik’in hikâyesinde birleşti, ironik biçimde basında “batmayan kale” anlatımıyla yer alan gemi okyanusun soğuk sularına Atlantis gibi gömüldü.

İnsanoğlunun yeryüzü sınavının bir parçası olan gemiler üzerindeki serüven bitmez. Önemli olan tüm yaşamaların, emeklerin, yaratmaların sonunu görebilmek; bu bilgiyle, idrakle yeryüzünü huzurla bırakıp gitmektir. Geride kalanın bizim izimizi takip edenlere yol göstermesi büyük bir mutluluktur.  

İNSANIN HARCI

Uzun yolu seçmek zorunda değiliz: dur, gözle, fark et, yüzleş ve dönüştür. İnsan durup kendini gözlemleyince yanlış yanlarını görür ve onlar...