7 Haziran 2014 Cumartesi

OZANLARIN İŞİ

 
Elbette uygarlık, işini iyi yapanların yüzü suyu hürmetine bugünlere geldi. İnsan, yüreğini ve aklını kullandıkça kendini sonsuz evrende anlamlandırdı. Yeryüzünün kaba doğasıyla karşı karşıya kalınca önce ürktü, içine doğru çekildi. Ta ki şaman ona güvenini verene dek…

İçine doğru çekilmek insana bütünlük, birlik duygusuyla gelen bir eğilimdi, ama şaman bunu daha ayrıntılı, daha tümleşik biçimde yapıyordu. Şamanın esrimesi, insanın kendi psikolojisine egemen oluşunun en ileri aşamasıydı. Bu ilk ayinlerle insan sanatı da yaratmış oldu. Dinsel ayinler içinde dans, oyun, şiir ve müzik vardı. Orta Asya’daki Türkçe konuşan toplumlarda şaman görevini yapan özel kişilere bakşı(bahsı) , ozan, kam gibi adlar verilmiş. Anadolu’da saz aşığı ya da ozan olarak anılan kişiler bu kadim geleneği dönüştürerek sürdürmüşler. Dede Korkut’tan Aşık Veysel’e ozan yüreği halkın söyleyemediklerini türkülerle dile getirmiş.

Tarih boyunca bütün toplumlarda, katı yeryüzünden ince gökyüzüne uzanmayı ve oradan güneşlere ulaşıp kutlu ateşler çalmayı yalnızca ozanlar denemiş. Kutsal gizemleri, idrakleri alevlendiren söz hazinelerini onlar bulmuş, aşağıyla yukarının birleştiği insan varlığında özel yolculukları onlar deneyimlemiş ve en yeni sözcükleri türetip en olmadık sözcükleri yan yana getirip yepyeni anlamları onlar tetiklemiş.

Esin perilerinin izniyle gökten yağan anlamlar nice dilsizin dili olmuş, nice hastayı sağaltmış, nice yüreklerin acısını dindirmiş. Ozanın sözünü işiten yığınlar ona saygı, sevgi duymuş. Ozanın sözlerinin kanatlı olduğuna inanmışlar. Sözlere kanadı Eski Yunan’da ilk kez Homeros takmış. Sonra kadın şair Sapho, Parnas dağındaki esin perilerini çokça çalıştırmış. Virgilius çobanları anlatmış, doğa tanrısı Pan’ın yüreğine su serpmiş.

İtalya’dan Dante çıkmış, üçlükleriyle söz etmiş tanrısal olandan. İngiltere’den bir Shakespeare çıkmış sahneye, sözleri bu kez o kanatlandırmış. Tam yirmi sekiz yaşında oyunlarını yazmaya başlamış, tiyatro aşkıyla kendini var etmiş, şiir gibi repliklerle konuşturmuş kahramanlarını, kabına sığmayınca döneminin en ünlü şiir biçimi olan soneler yazmış. İlahi olanın sezgisiyle sevgilileri konuşturmuş, kimi sonelerinde kozmolojik düzeni anlatmış. Gerçek aşkın her durumda değişmeden duracağına, kıyamete dek süreceğine inanmış. “Yıldızların müziğini şu topraksı bedenlerimizle duyamıyoruz.” diye yazmış Venedik Taciri’nde.

Anadolu’dan Mevlana, Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre gibi mistik ozanlar çıkmış; sevgiyi, hoşgörüyü, gerçek inancı söylemiş. Yunus Emre: “Çalab’ın (Tanrının) dünyasında sevginin yüz bin türlüsü var.” demiş ve karış karış gezmiş Anadolu’yu, Hacı Bektaş-ı Veli: “İncinsen de incitme” demiş, Mevlana ney çalgısının acı ezgisiyle aramış Yaradan’ı ve “Şimdi yeni sözler söylemek lazım.” diyerek yakmış tüm kitaplarını.

Gerçekten de nasıl geliyordu o yeni sözler, o kanatlı sözlerin gizemi neydi? Ozanın gücü sözlerine yansıyorsa o gücün kaynağı neredeydi? Hiç kuşkusuz ozan bu gücü özünden alıyordu. Özü çürük ozanın sözleri de eylemleri de çürük oluyordu. Sağlam söz içinde kuşkuyu, korkuyu, öfkeyi, bencilliği ve inadı barındırmıyor; tam tersine yüce olanın varlığına, yüksek kozmik yasalara teslimiyetle var oluyordu. Sağlam söz tam yerinde, gereken kadar ve varlığın ihtiyacına göre oluyor, görevi şifaysa şifa, idrakse idrak sağlıyordu. Sözün özünü varlığın özü belirliyordu.

Yeryüzünde günümüze dek çok ozan yetişmiş, hepsi de insandan yana olmuş. Kimisi ilahi aşkla herkesi bir görmüş, mal mülk hırsıyla davrananları yermiş, egemenlerin çıkarlarına çomak sokmuş. Kimisine bilge yöneticiler sahip çıkmış, ozanları çağın zorbalıklarından korumuş, kimi yöneticiler de onları düşman gibi görmüş. Çoğu anlaşılamamış ozanların, hor görülmüş, sürgün edilmiş, yargılanmış, öldürülmüş. Oysa insanoğlunun, büyük insanlığın, gönül gözü ve vicdan sesidir ozanlar.

Ozanların gönlünde bütün insanlar, hatta tüm yeryüzü birdir, eşittir; dünya malını kolayca paylaşırlar, önemsemezler bu nedenle. Ozanlar iyilik dolu yürekleriyle toplumsal yararın yanında olur, çağına göre bir örgütsel yapıya da katılırlar. Amaçları canların varlık düzeylerine gerçeklik içinde yardım etmektir. Ozanların varlık düzeyleri yüksek olduğu için çağının toplumsal aksaklıklarını da öteki canlara göre daha önce fark ederler. Yunus kabuklaşan inançlarla karşılaşınca o insanları eleştirip halkı bilgilendirir: “İkilikten geçemedin/ hali halden seçemedin/Dosttan yana uçamadın /Fakılık (fıkıh ilmi) oldu sana fak(tuzak)” Yunus’un derviş gönlü kendi döneminin ötesine taşan, bugünlere ışık tutan dizelerle gerçeği, doğruyu söylemiş. Mollanın ilmi kendi sınavına dönüşür demiş, çözümü de eklemiş: İkilikten, dünya etkisinden uzak dur; durumlarını iyi çözümle, ayır; vicdanınla ilerle, Dost yolunda ol.

Ozanların, çokmuş gibi gözükse de, her zaman bir tek işi olmuş: kendi özünü bulduktan sonra halkın elinden tutup onlarla yüce, yüksek işlere girişmek…

İNSANIN HARCI

Uzun yolu seçmek zorunda değiliz: dur, gözle, fark et, yüzleş ve dönüştür. İnsan durup kendini gözlemleyince yanlış yanlarını görür ve onlar...