15 Temmuz 2015 Çarşamba

Dış ve İç Ütopyalarımız

Alternatif bir yaşam biçimi düşüncesi içinde bilinmeyenler taşıdığı için çekici geliyor. Ütopya insanlığın en eski serüvenlerindendir, bilimle buluşunca bilimkurguya kadar uzanır. Masallar, destanlar ve dinsel mitler açısından bakarsak bu kavramla uzak olan yerin mükemmel oluşu, cennet ya da Yaradan’ın yakınlarında olmanın mükemmelliği anlatılır. Ütopyadaki bilinmezliğin ardında yatan, çok uzak ve imkansız oluştur. O yüzden Türkçe çevirisine “yokülke” önerilmiştir. Kısacası ütopyalar bu dünyada erişilmezdir, tıpkı insan varlığının özüne dönmesi gibi. Demek ki dönüş için bilinen alemin ötesini kurcalamak gerekiyor. Mesaj, sır, işaret budur. Maddesel bir mekan olarak ütopya erişilmezdir, insanın içsel mekanda ütopya araması belki çok daha gerçekçi, çok daha doğrudur. Zihin cehennemse imgelerin dili, sezginin bilgisi, aşkın doyumu cennettir, ütopyadır. İçsel mekanlarımız cennet gibi olmadan yeryüzü de aşkın yüzü olmayacak.

Bulunduğu yerden kaçıp gitmek sorunlardan kurtulma duygusu vermiştir. Sorunların dışarıda olduğu yanılgısı sürdükçe insanoğlu hep oradan oraya sürüklenecektir. İstanbul’da, evimize işimize yakınken yapamadıklarımızı 500 km ötede mi yapacağız? Bir araya gelebilenler bir mahalle ya da bir apartman ile işe başlayamaz mı? Kendi ailelerimiz, arkadaşlarımız içinde ne durumdayız? Bunca siyasi, dini bölünmüşlüğümüzle nereye kadar gidebiliriz? Silahla, parayla değil, inanç ve emekle kurtarılmış bölgeler yaratmalıyız. Önemli olan kargaşanın ortasında ayakta kalmaktır. Önemli olan kendi karanlığımızda ışığı çoğaltmaktır. Zihnin, egonun cennetmiş gibi yapabilmenin her türlü oyununu bize oynatacağını unutmamak gerekir. Kendimizi kandırmanın en entelektüel biçimi mi aradığımız?

İnsanların yönetilmemesi, kendi kararlarını verebilmesi de bir ütopyadır. Çünkü öngörüsü herkesin olgun oluşuna dayanır. Oysa her insanın varlık düzeyi aynı değildir. Doğal farkların ortak yönetime katılması kararların alınmasını zorlar. Farklı görüşü kabul etme, eleştirme, uygulama olgunluğu gösterilmesi gerekir. Gruplaşmalar, dedikodular biçiminde ortaya çıkan ego dürtülerinin yönetilmesi gerekir. Bilimin de felsefenin de yanlışı insanı uyanık, akıllı, olgun saymasıdır. Oysa insan egoların, benliklerin uykusundadır ve çoğu zaman bir makine gibi otomatik davranır.

Ortak akıl, bireysel egoları bir süre törpüleyebilir. Kalıcı bir dönüşüm için ütopik çalışmalar marş motoru gibi harekete geçirici olabilir. İnsanlar yaparken dönüşür. Belirgin bir hedef ve hedef doğrultusunda eğitimler, pratikler gerekir. Karşılaşılabilecek içsel ve dışsal sorunları bilmek ve onlara verilecek karşılıkları planlamak gerekir.

Proje dikkat ister. Somut bir proje yedi aşamada ilerler. Düşüncenin ortaya konulması ve ilk toplantılar, hedefin belirlenmesi ilk iki aşamadır. Üçüncü aşama zordur, ilk somut adımlar atılır; mekan alımı, öteki mali ayrıntılar… Dört, beş ve yine zor olan altıncı aşama ve yedi tam işleyiş. Dördüncü ve beşinci aşama uygulamalarla sürer. Zor bir aşama, yani altıncı; irade, çaba, doğru bir müdahale ister. O format atılmadan sonuç ortaya çıkmaz, kalıcılık yakalanmaz. Her şey yedi ivmeyle gerçekleşir, üçe ve altıya dikkat etmezsek yarım kalır, tamamlanamaz.

Ben kendi içimde ütopik serüveni, yani eve dönüşü seçenlerdenim. Mesafeleri içimde aşmaya çalışıyorum. İçsel dünyamda ego dağlarıma tırmanıyor, onların görkemini sarsıyorum. Böylece çevremde, dış gerçeklikte dönüşümler, güzellikler yaratmaya çalışıyorum. Güneşli bir Ege köyünde değil, İstanbul’un kapalı, soğuk sokaklarındayım. Biliyorum ki içimde başardığım küçük bir dönüşüm, dış dünyada beni çok ilerilere taşıyor. Kendimi buldukça yaptıklarımı görüyor ve yapabileceklerimi biliyorum. Karanlık yanlarımı fark edip kendimle yüzleşince her iki dünyada da büyüyorum. Aslında bütün mesele, bedene çokça takılıp ruhumuzu kibarca dışlıyoruz ya, tam tersini yapmak: Bedenli bir gündem yerine onu kibarca dışlayıp ama yok saymadan psikolojik bir çalışmaya, ruhumuza yer açmalıyız.

2 Temmuz 2015 Perşembe

ŞİMDİ

İçimde kaybetmek, yokluk, kıtlık, ölüm gibi durumlara olan inancım bittiğinden beri ölümlere, acılara vurgu yapmayı bıraktım. Dışardaki rüzgarın kaynağını düşündüğümden beri tüküreceğim yönü çok iyi hesaplıyorum. Hava akımlarını oluşturan o büyük coğrafyaların, büyük ısı değişimlerinin farkına vardığımdan beri kelebeğin kanat çırpışının hangi kasırgaya ekleneceğini iyi biliyorum. Rüzgara tükürmenin bir duruş olmadığını çoktan anladım.

Acıların ne olduğunu kavradığımdan beri değersizlik duygumu da katlayıp bir kenara fırlattım. Değersizlik oyunuyla pas pas egomu doyurma serüvenim bitti. Acıyla geleni yeniden tanımladım, onu kendimden ayırdım, her acıyla geleni yeni bir anlama dönüştürmeyi öğrendim. Her gelen bir bilgiyle geliyordu, yeni bir seçimi getiriyordu, duygu cazgırını susturunca önüm temizlendi, kendim için doğru olanı görmeye başladım. Seçimlerimi beni oyalayacak, beni yoracak olandan ayırdım. Şimdi yolumdayım, hedeflerim var, şimdi akıştayım, hediyelerim var.

29 Haziran 2015 Pazartesi

ANA TANRIÇA'NIN ÇAĞRISI


Derin Bir İnanç Sistemi

Anadolu birçok kültürü kucaklamış, ama dönüştürerek kendi uygarlığına katmasını her zaman bilmiştir. Günümüzden 9000 yıl geriye gittiğimizde Anadolu uygarlığının özü olan “ana tanrıça” inancını görüyoruz. Bu inanç özü, yeryüzünün ve evrenin “yaşam veren anne” olarak görüldüğü, yaratıcı kutsal gücü taşıyordu. Yeryüzünde ataerkil dönemin başlamasına, ataerkil ve savaşçı kavimlerin istilasına karşın bu inanç yüzyıllarca direndi, yok olur gibi yaptı ama dinsel akımlarda ve günlük yaşam kültürünün içine karışarak başka bir süreçten geçip varlığını her zaman korudu. 

Gizli, gizemli bir Anadolu ideolojisi yaratan ana tanrıça inanç sistemleri; soyun kadına dayandığı, toplum yaşamında kadının geride kalmadığı, eşitliğe, paylaşımcılığa önem verildiği, barışçıl bir toplum düzeni amaçlandığı bir örnek oldu. Yapılan kazılarda silaha rastlanmaması bu düşünce biçiminin barışçıllığını kanıtladı.

Anadolu’ya M.Ö. 6000’den başlayarak gelmeye başlayan Hititler, Lidyalılar, Frigler, Yunan ve Romalılar ana tanrıça inancını tanımadan, ana tanrıçanın önünde eğilmeden bu topraklar üzeride egemenlik kuramadılar. Aynı durum Roma’dan sonra Osmanlı için de geçerli oldu, ana tanrıça tapınaklarında filizlenen tasavvuf akımlarına saygı gösteren yöneticiler yeni devletlerini hızla büyüttüler. Osmanlı bu öze ihanet ettiği zaman, gerileme dönemi de başlamış oldu. Bu dönem sanıldığı gibi 17. yüzyılda 1699 Karlofça ile değil, 14. yüzyılda Anadolu geleneğine aykırı toprak düzeninin getirildiği döneme rastlar. Anadolu’nun tepkisi Şeyh Bedrettin ile verilecektir.        

Anadolu insanının yönetimsel olarak güçsüz olduğu, başarısızlığı yaşadığı dönemlere baktığımızda köklerinden kopuk, yabancı toprakların inançlarını benimseyen yönetimlerin işbaşında olduğunu görürüz. Cumhuriyetin ilk yıllarında atılımlar bu kaderi değiştirme açısından etkili olmuştu. Ama cumhuriyet değerlerinden uzaklaştıkça yine gerileme içine girdik. Azra Erhat, Mavi Anadolu kitabında şunları yazıyor:

"Bir Batılı aydın, Troya, Efes veya Bergama’yı gezince çocukluğunda duyduğu efsaneleri, okuduğu kitapları, müzelerde gördüğü sanat eserlerini hatırlar. Bizim müzelerimiz ilk çağın en seçkin sanat eserleri ile dolup taşar ama biz bu eserleri konuşturmak yolunu bulamamışız daha."

Azra Erhat’ın ünlü yapıtı Mitoloji Sözlüğü’nde ana tanrıça, mitolojik bir kimlik olarak, Kibele adıyla anlatılır.  Tanrıça,  Attis adlı bir delikanlıya tutkundur, onu Pessinus kralının (kimi kaynaklarda kral Midas'ın) kızıyla evlenmek üzereyken düğün yerinde birden karşısına dikilerek çıldırtır ve kendi kendini hadım etmesini sağlar. Attis kendi kestiği hayalarından akan kanla toprağı sular, bitkilerin fışkırmasına yol açar ve bir çam ağacına dönüşür.

 

Anadolu’da Ana Tanrıça, Demeter olarak da adlandırılır. (De-meter: Toprak Ana) Kronos’la Rhea’nın kızıdır. Ekinleri ve özellikle buğdayı simgeler. Mevsimlerin döngüsüyle ilişkilidir. Homeros destanlarında Güzel Örgülü Demeter, Güzel Saçlı Kraliçe olarak anılır. Kızı Persephone bir gün oyun arkadaşlarıyla birlikte çayırda çiçek toplarken birden yer yarılır, tanrı Hades arabasıyla dışarı çıkarak kızı yakaladığı gibi kaçıp gider. Ümitsizlikten ne yapacağını bilmeyen Demeter, kızını araya araya bütün dünyada dolaşmadık yer bırakmaz. Sonunda her şeyi gören Güneş Tanrısı Helios, Persephone’nin yerini söyler. Demeter Olimpos’tan kaçarak ıssız bir yere çekilir. Onun küsmesiyle toprağın bereketi kalmaz, insanlar kıtlık tehlikesine uğrarlar. Persephone, kensine Hades tarafından verilen nar meyvesini yemiş olduğu için sevgiyle yeraltına bağlanmış olur. Tanrıların babası Zeus, sonunda yılın çiçek açma ve meyve zamanını annesi Demeter’in, geri kalan kışı da kocası Hades’in yanında geçirmesini kararlaştırır, böylelikle toprak yeniden canlanır.

 

Benzer bir hikaye de Hititlerde Telepinu mitosu olarak karşımıza çıkar. Burada Telepinu, bereketin sembolüdür. Tanrı Telepinu kızgın bir şekilde şehri terk eder. Şehirden uzaklaşır ve Anadolu bozkırında kaybolur. Yorgunluktan bitkin bir şekilde yatar ve uyur. Tanrının güçsüzlüğünde tüm ülkeyi sis kaplar, kuraklık ve açlık olur. Ocakta kütükler söner, koyun kuzusuna, inek buzağısına bakmaz. Tanrılar ise tapınakta suskundur. Bütün canlılar açlıktan ve kuraklıktan kırılmaktadır. Tanrılar kaygılanır ve Telepinu’yu aramaya koyulurlar. Telepinu’nun şehre getirilmesi ve iyileştirilmesiyle açlık ve kuraklık biter, bütün ülke normale döner. Kaybolan tanrının geri dönüşü de Hititlerde bayram olarak kutlanırdı.

 

Ana tanrıçayla ilgili toplumlar ve mitolojik adlandırmaların zaman dizimini aşağıdaki gibi gösterebiliriz:

 

 

TARİH
YER
ADLANDIRMA
M.Ö. 7000  
Çatalhöyük (Anadolu)
Ana tanrıça heykelcikleri
M.Ö. 6000  
Mısır
Ma’at ve Toht
M.Ö. 4000  
Sümer (Mezopotamya)
İnanna ve Temmuz
M.Ö. 2500  
Luvi  (Anadolu)
Ma ve Adra
M.Ö. 2000  
Hitit (Anadolu)
Kubaba
M.Ö. 600
Frigya-Likya (Anadolu)
Kibele ve Attis
M.Ö. 500    
Tevrat
Anam Melek ve Adra Melek
M.S. 100     
Roma (İtalya)
Magna Muter ve Attis
M.S. 400    
Kapadokya (Anadolu) 
Hagios Mamas
M.S. 1300  
Hacıbektaş (Anadolu)
Kutlu Melek ve İdris

 

 

Dünya toplumlarının belleklerinde yer edinen Ana Tanrıçayla ilgili bu ikili sembolizmin içinde ilerlersek:  “Ay ve Güneş >Kraliçe ve Kral >Ayna ve Nar >Gümüş ve Altın >Zaman ve Zamansızlık >Madde ve Ruh”  ile karşılaşırız.

 

 

 

Luviler’den Frigler’e

 

Luviler, Anadolu’da  Ma (Ama, Anna, Ava, Aya) yani Ana tanrıça adına birçok kent kurdu ve tapınak yaptı. Bu tapınağa “mabeth” adını verdiler, Luvicede  “Ma ananın evi” anlamına gelen sözcük bugün de “mabet” olarak sürüyor.  Adra,  Ana tanrıçanın erkeğiydi: eşini, oğlunu ya da kardeşini simgeliyordu.

 

Anadolu’dan Mısır’a, Mısır’dan Yunanistan’a ve Roma’ya  ana tanrıça öyküsünün ana çizgileri belliydi: Erkek ve kadın unsurlar, erkeğin yanlışı (Tevrat’ta cinsiyetin saptırılması ilginçtir), erkeğin kan akıtarak suçluyu cezalandırışı, kanın toprağa akması, erkeğin ağaç olarak doğması, kadının erkek olmadan çocuk doğurması…     

 

Kibele’yi birçok resim ve heykelde çocukla ya da doğum yaparken görürüz. O, kadınların doğumunda yardıma koşar, toprağın ürününü çoğaltmak için çalışır. Aynı zamanda hayvanların da kraliçesidir, onu yaban hayvanlarla resmederler.

 

Ana Tanrıça’nın Çağrısı

 

Ana Tanrıça’nın bu karışık dönemde yaptığı çağrıyı duymak gerekiyor. İçimizden, sağduyumuzdan gelen bin yılların dişil enerjisi acılı yürekleri sarmak istiyor. Şiddet yarışa giren öfkeli ruh varlıkları daha da çıkmazda kaybolmadan hem de. Zaman zaman tarih içinde kendisini görünür kılıyor Ana Tanrıça; Tıpkı İsa’dan sonra 4. Yüzyılda Hıristiyan bağnazlarıyla yaşanan tartışmalara o büyük yanıtı veren ünlü matematikçi Hypita’nın sözlerinden fışkırdığı gibi. Ne demişti Hypita:

 

“Bizi birleştirenler, ayıran şeylerden daha fazla, hepimiz kardeşiz.” 

 

Birçok Hitit ritüelinde Luvice duaların kullanılması ve Hitit’in, Yunan’ın, Frig’in, Roma’nın Ana Tanrıçayı önemseyerek benimsemesi boşuna değildi. Toplumun belleğinde diri duran bir güçtü Ana Tanrıça.

 

Anadolu’da farklı bir düşünce biçimi olgunlaşmıştı, eşitlikçi, paylaşımcı, barışçıl bir yaşam kurulmuştu. Kullanılan, tüketilen bir doğa anlayışı yerine bereketin kaynağı olarak toprağa, bitkilere, hayvanlara duyulan saygı tüm yaratılmışların birliği bilinciyle geliştirilmişti. Bütüncül bir dünya, evren anlayışı her dönem yeni bir filiz vermişti. Tasavvuf akımının ünlü isimleri Mevlana, Hacı Bektaş, Nasreddin Hoca, Yunus Emre bu kadim Anadolu felsefesinin devamıdır.

 

Anadolu insanı olarak öz yeteneklerimizin parçalarını arayıp bulurken geçmişin çekmeceleri içinde bulacağımız ilk yapboz parçası Luviler olacak. Anadolu kendini tanımaya kadim uygarlıklarıyla başlayacak. Kendi özünden koparılmış insanlar olarak yaşamanın bir zaman kaybı olduğunu, hatta ardında karanlık oyunların bulunduğunu anladığımız zaman yeryüzündeki anlamımızı, görevimizi fark etmeye başlayacağız. 1930’larda Cumhuriyet’in o kadar iş içinde başlattığı anlam arayışı tamamlanmamış işlerden biri olarak duruyor.

 

Genç nüfusumuzla dinamik bir toplumuz. Üstyapıda yapılan yeniliklerle başarıyı yakalamaya çalışıyoruz; ama altyapıdaki bölünmüşlüğümüzü önyargılarımızdan fark bile edemiyoruz. Geçmişin askeri başarılarıyla övünmek yerine başarısız dönemlerimizin can alıcı yanlışlarını fark edip derslerimizi alma olgunluğu göstermemiz gerekecek. Günümüzün sorunu Osmanlı-Cumhuriyet, laik-dinci çatışması ya da etnik sorunların çok ötesinde bir uygarlık seçimidir. Ya Ana Tanrıça ile gelen vicdan ve samimiyetle yaratıcı, bütüncül, anaç bir uygarlık ya da egemenlere hizmeti isteyen, ayrımcı, bencil, yasakçı bir uygarlık… Bu seçim aynı zamanda küresel bir sorundur. Tarih boyunca bu toprakların kaderi yeryüzüyle doğrudan ilişkili olmuştur.

 

Ancak şu var ki kültürel, zihinsel ve ruhsal parçalanmışlığımızı kendimize ısrarla söylediğimiz süslü yalanları bırakmadıkça tamamlamayacağız. Kendisine yabancılaştırılmış bir Anadolu insanı kendi toprağından, kendi ışığından gücünü almadıkça kendi gerçeğine ulaşamayacak, bir vazife bilinci de olan o yeryüzü katkısını sunamayacaktır.

4 Haziran 2015 Perşembe

Deli Gönül


Deli gönül yine çabuk parlarsın

Durduk yere bu nasıl bir seçimdir?

Aynı tuzaklara düşer durursun

Çılgın gibi tetiğe basan kimdir?

 

Anlarsın ama iş işten geçince

Kabadan katıdan erinmek gerek

Yükselirsin işin aslın bilince

Duygu atını dizginlemek gerek

 

Bir nefse kayarsa o anda özün

Yüzün eğilir de çatarsa kaşın

Zehir akar da bulanırsa sözün

Yıkar arındırır seni gözyaşın

 

Sonsuz sevgiye salınca kendini

Dünyanın malını tadında bırak

O zaman yıkıp aşınca bendini

Düşünce yükünü ardında bırak

 

Engin ol gönül yükselip sabreyle

Doğumun yakın yeni bir aleme

Kibrin kefenini biçip kabreyle

Düğünün olur gerek yok mateme

10 Mart 2015 Salı

Yaşamımıza Bakınca Görüyorum


Yaşamımıza bakınca görüyorum, en çok olumsuz düşüncelerle karşılaşmışız; kaybetmeyi, şanssız olmayı, başarısızlığı, yoksulluğu hep en önce düşünmüşüz. Olumlu düşününce Pollyannacılık oynama, diye alaycı sözlerle karşılaşmışız. Para hep namussuzda, hırsızda olmuş, izlediğimiz filmlerde hep mazlumları görüp onlarla özdeşleşmişiz. Bize bu olumsuzluklar seçeneği bize dayatılırken bu siyaseti güdenler hep rahatı ve zenginliği seçmiş. Biz olumsuz düşüncelerle beslenirken inatçı olmayı, nefreti, öfkeyi içimizde büyüttükçe büyütmüşüz. İçimizde büyüyen olumsuz duygular bedenlerimizde hastalıklar olarak yanımıza kâr değil, koca bir zarar olmuş.    
Yaşamımıza bakınca görüyorum, tembelliğimizi başkalarını suçlayarak gizlemiş durmuşuz. Karşı çıktığımız her şeyin kendimizde olduğunu görmek istememişiz, bize yararı olanı düşman bellemişiz. Hızır’ına düşman bir psikolojiyle seçeneklerini ve fırsatlarını göremeyen sözde gözü açık, cingöz “kör”lere dönüşmüşüz. İçimizdeki iyileşmek istemeyen yanlar yine bizleri yenmiş.

Yaşamımıza bakınca görüyorum ne kadar büyük konuşmuşsak o kadar tükürdüğümüzü yalamışız. Boşuna büyük konuşma dememişler, biz konuştukça yaşamın sihirli gücü bizi o konuda sınamış. Yapmayacağım dediğimizi yaptırmış, gitmeyeceğim dediğimize göndermiş. Yaşamın bu gizli yasasının olaylar dili olmuş ama biz anlamamak için her şeyi yapmışız. Doğa kadar yalın doğa kadar akıllı olmayı, direnmek yerine teslim olmayı bir türlü anlamamışız. Zihinde kalıp koca bir burunla, domuz inadıyla yaşama, evrene direnç oluşturmuşuz. Evrensel yasaları kafamıza çarpa çarpa sokmuşlar, evrenin o büyük zekasına yeryüzünün en zeki varlığından zekice bir yanıt topluca verilememiş gitmiş.
Yaşamımıza bakınca görüyorum, karşıma çıkan her şey, her insan bizim bir aynamızmış. Gerçekte bizden dışarısı diye bir şey hiç yokmuş. Bize kızan bizmiş, nefret ettiklerimiz de biz kendimiz… İnsan kendisine nasıl davranılacağını öğretirmiş karşısındakilere. Halk ozanının “yalan dünya” dediği şey, bizim yansımamız olanmış. Biz daha temel yaşantımızı oluşturamamışız, tüm enerjimizi oraya buraya saçıp durmuşuz.

Yaşamımıza bakınca görüyorum, her zaman önceki yaşadıklarım sonraki yaşantılarımın hazırlayıcısı olmuş. Yaşamın yönlendirdiği her alan, görev, iş, her sıcak çatışma, acılar bir hazırlık eğitimi yerine geçmiş. Yaşadıklarımızın temasıyla gelecekteki temaların aynı olduğunu fark ediyorum artık. Tıpkı çocukluk oyunlarımızın gerçek yaşamın bir provası olması gibi, şimdi yaşadıklarımız geleceğin daha ayrıntılı işleri içinmiş.

4 Ocak 2015 Pazar

YAY VE NEY

Sonbaharın soğukları poyrazla birleşince İstanbul'un tüm yaprakları yerle bir oldu. Yaşlı ağaçların ayakta ölme onurları bir fırtınanın iki kıvrılmasının ucundaydı.  Sokaklarda ne kedi ne köpek kalmış, sanki hepsi göçmen kuşların ardına takılıp güneye gitmişti.

Postane sokağındaki ufak dükkanlardan birinde mangal başında ince parmaklarını ısıtan çırak, ustası dönmeden önündeki saatin tamirini bitirmek istiyordu. Kadife kumaşın üzerindeki parçalara bakıyor, sorunu yaratan parçanın hangisi olduğunu düşünüyordu. Ustasının dervişlikte ileri olmasından mı yoksa sözünün etkisinden mi bilinmez onun hala dükkanda olduğunu hissediyordu. Ustasının dükkandan çıkmadan önce söylediği söz daha kulaklarında çınlayıp duruyordu: "Bu marka saatlerin hep aynı parçası bozuluyor, bakalım ben dönünceye kadar onu bulabilecek misin?"

Çırak gözünü yaydan alamıyor, sorunun kaynağını bulduğunu düşünüyordu. Geçen hafta gelen paşa saatinin de markası aynıydı ve yayı değiştirilmişti. Evet yeni bir yay takmalıydı kurma kulağının ucuna.

Gözünü yaydan çekince karşısında, deri kılıfıyla küçük kancasında asılı duran neyi gördü. Geçen günkü başarısız denemesi geldi aklına. O gün ustasından izin alıp neye üflemiş, ama bir türlü ses çıkartamamıştı. Dayanamadı, yerinden kalkıp neyi aldı, özenle kılıfını çıkardı. Bir kez daha denemek istiyordu. Neye üfledi, ama sonuç yine aynı oldu. Kendisine çok kızıyordu işe başlayalı iki hafta olmuş, şimdiye kadar ne bir saat tamir edebilmiş ne de neyden  ses çıkarabilmişti.

Tezgahta duran saat parçalarını fark edince neyi kılıfına sokup yerine astı. Dükkanın emektarı guguklu saat on dakika sonra ötecek ve ardından ustası dükkana girecekti. Çekmeceden yay kutusunu buldu, benzer bir yay aramaya koyuldu. Yayların içinden en uygununa rastlaması kısa sürdü. Yayı hemen kurma kolunun uzantısına yerleştirip yerine oturttu.

Tam bu sırada kapı hızlıca açıldı ve dükkandan içeri davetsiz bir rüzgar kendi şenliğiyle giriverdi. Havada uçuşan kahve ve kızıl yapraklar Padişahın önünde eğilen elçiler gibi bir aşağıya bir yukarıya çıkıp uzun bir inişle yere serildi.

Çırak tam sıkışmamış olan kapıyı zorlayıp içeri dalan rüzgarı ve yapraklarını izledi. "Bir bu eksikti!" diyerek yerinden kalktı. İki büyük adımda kapıyı kapattı. Aklı saati kurup sonucu öğrenmekte olduğundan yaprakların üstüne basıp saati kurmaya başladı. Sonuç yine aynıydı saat çalışmıyordu. Saati yine sökmeye başladı.

Ustası içeri girdiğinde önce tezgahta parçalarla uğraşan çırağını, sonra da yerdeki yaprakları ve eğik biçimde duvarda asılı duran neyi gördü. Çırak ustasını fark edince yerinde doğruldu. "Yaprakları süpürecektim..."

Müşterilerinin ayakkabılarına yapışan yaprakları iyi bilen usta gülümsedi. "Birisi mi geldi oğlum?"

"Kimse gelmedi ustam, kuvvetli bir rüzgar kapıyı açtı az önce."

"Peki saat tamam mı?"

"Yayını değiştirdim iki kez, ama bir türlü çalışmadı."

Ustası babacan tavrı ve her zamanki gülümsemesiyle devam etti: "Peki, neyden ses çıkarabildin mi?"

Çırak şaşırdı, korktuğu başına gelmişti. "Her şeyi biliyorsun ustam."

"Çalamadığını da biliyorum elbette. Ama her şey besbelli orta be oğlum!"

"Nasıl yani?"

"İçeri girdiğimde yüzün asıktı ve neye baktığımda eğri asılmıştı. Olanı hissetmek zor değil."

Bir süre sessizlik oldu. Çırak yüzünü eğdi, ustasının onu işten çıkaracağını düşünüyordu. Rüzgar tekrar kapıyı zorladı, ama bu kez açamadı.

Ustası çırağın omzuna dokundu. "Üzülme sakın, seni işten atacağımı asla aklından geçirme. Şimdi geç bakalım tezgaha."

Çırak ustasının sözünü hemen dinledi dolu gözlerini ovuşturup parçaların başına geçti. Çalışmayan saati eline aldı.

"Oğlum, bak o yay yerine tam olarak oturmuş mu?"

"Sıkıca duruyor, ama..."

"O yayı yerinden çıkarıp tekrar takacağız, ama cımbız senin elinde olacak. Elin yayda gözün neyde olmasın. Önce derin bir nefes al bakayım. Gönder içindekileri gitsin eşşek cennetine!"

Çırak ustasının sözü biter bitmez cımbızın ucuyla yayı kavradı, yerinden çıkarttı. Ustası yayı parmağının ucuyla yokladı. "Tamam, tekrar kullanabiliriz. Şimdi şu yayı al ve yuvasına yavaşça yaklaştır, biraz oynat ve yayın yerine otururken çıkardığı o çok zor duyulan sesi duymaya çalış."

Çırak dilini dudaklarının yanından çıkarıp yayı yuvasına soktu ve yerleşmesi sırasında çıkaracağı o belli belirsiz sesi hissetmeye çalıştı. Sesi algılayınca yüzü güldü. "Tamam usta."

Ustası yayın yerine oturuşunu bir metreden hissetmişti. "Şimdi kur bakalım saati."

Çırak saati heyecanla kurdu. Parmakları kulaktan ayrılır ayrılmaz saat çalışmaya başladı. "Çalışıyor ustam. Hem de ben yaptım."

"Aferin oğlum bu ilk tamirin. Başka şeyleri de tamir etmiş misin bakalım."

"Anlamadım ustam."

"Şu neyi getir, bir deneme yapalım."

Çırak çok mutluydu. Ustasının elini öptü. Neyi kancasından çekip aldı, kılıfı dikkatlice sıyırdı. Hazırdı.

"Haydi yavrum, derin bir nefes al ve üfle."

Çırak gözlerini kapadı, derin bir nefes aldıktan sonra neye üfledi. Neyin yanık sesi dükkanı doldurdu.

İNSANIN HARCI

Uzun yolu seçmek zorunda değiliz: dur, gözle, fark et, yüzleş ve dönüştür. İnsan durup kendini gözlemleyince yanlış yanlarını görür ve onlar...