GEMİLER VE İNSANOĞLUNUN
YAZGISI
Toprağın üzerine
kurulan barınağın deniz üstüne yansımasıdır gemiler. Bir çadırdır, evdir. Deniz
ana, zaten toprak ana gibidir; çocuklarını yaratır, besler ve büyütür.
Deniz ana toprak
anadan daha zorludur ama, daha oynaktır, daha yoklayıcıdır, uyanıklık ve beceri
ister insanoğlundan. Denizin üstünde kalmak çaba ister, direnç ister. Deniz ve
gemi insanı eğitir, olgunlaştırır, yeni görevlere hazırlar. Büyük uygarlıklara
baktığımızda ya bir deniz kıyısında ya büyük bir ırmağın ovasında kurulduğunu
görürüz. İnsanların taşla ilişkisinin hemen yanında suyla, gemiyle olan
ilişkisine tanık oluruz.
Gemileri yapmak
da suda yürütmek de büyük beceri gerektirir. Gemi yapımı ve onun suda yürütülmesi
insan zekâsını ve kas gücünü gerektirir. Bir kente yapılacak tapınağın
getirdiği toplumsal ve bireysel hareketlilik neyse bir gemininki de odur.
İnsanlar doğayla, kendi özüyle bir savaşıma girer, yorucu bir emek, zekâ etkinliğinden
sonra ödülünü alır. Gerçek ödülse kendi varlığını geliştirmesi, içindeki
güçleri dışarı çıkarıp somutlaştırmasıdır.
İnsanoğlunun
denizdeki evi olan gemiler insan için varlığını geliştirme, toplum için
uygarlık sınavıdır. Kimi zaman toplumun geleceği anlamına gelir. Göç yolu kimi
zaman engin denizlerdir. Buradaki serüvenler toprak üstündekiler gibi insan
ruhunda köklü ve kalıcı izler bırakmıştır. Batan kıtalardan kaçan insanlar,
Atlantis ve Mu insanları kendilerini okyanusun ortasında bulmuşlar, bu
deneyimleri yaşamışlardı.
Nuh tufanı da
insanın düşünce evreninde iz bırakan gemi hikâyelerinden biridir. İnsanlığın ve
öteki canlıların sığınağı olan büyük bir gemi karşımıza çıkar. Nuh’un gemisi
kadim uygarlıklardan bugünkü insanlığa gönderilmiş bir mektuptur. Bu eski
hikâye ile gelen sembolleri çözmeli, dersimizi almalıyız.
Tanrı, Nuh'a bir
gemi yapmasını, yaşayan bütün hayvanlardan birer (ve bazılarından yedişer) çift
almasını emreder:
“Kendine gofer ağacından bir gemi yap.
İçini dışını ziftle, içeriye kamaralar yap. Gemiyi şöyle yapacaksın: Uzunluğu üç
yüz, genişliği elli, yüksekliği otuz arşın olacak. Pencere de yap, boyu
yukarıya doğru bir arşını bulsun. Kapıyı geminin yan tarafına koy. Alt, orta ve
üst güverteler yap. Yeryüzüne tufan göndereceğim. Göklerin altında soluk alan
bütün canlıları yok edeceğim. Yeryüzündeki her canlı ölecek. Ama seninle bir
antlaşma yapacağım. Oğulların, karın, gelinlerinle birlikte gemiye bin. Sağ
kalabilmeleri için her canlı türünden bir erkek, bir dişi olmak üzere birer
çifti gemiye al. Çeşit çeşit kuşlar, hayvanlar, sürüngenler sağ kalmak için
çifter çifter sana gelecekler. Yanına hem kendin, hem onlar için yenebilecek ne
varsa al, ilerde yemek üzere depola." (Tevrat, Yaradılış)
Sümer, Maya,
Uygur gibi toplumlarda aynı hikâye anlatılır, hepsinde de tanrıların insanlar üzerindeki
çalışmalarının bir dönümü, bir dönem sonu vurgulanır. İnsan yeryüzünün su
varlığıyla sınanır. İnsanoğlundan yeni bir söz alınır. İnsan gemisini, inancını
kendi gereksinimlerine göre en uygun biçimde oluşturmalı, içine yeryüzü
canlarını, varlıklarını almalı ve onların besinini, gerekli olan bilgileri de
unutmamalıdır. Büyük fırtınalar hep olmuştur, olacaktır, insanoğlu kutsal
bilgileriyle, bu felaketleri aşacaktır. Tanrı okulunun sürekliği esastır.
Bu ilginç gemi
Mısır’dan Luvi limanlarına doğru ilerleyen bir yük ve ticaret gemisiydi. Yolculuğun
sonun geldiklerinin düşünene gemiciler sürpriz bir fırtına ile alabora oldu. Gemi,
bugünkü Kaş ilçesinin 8,5 kilometre güney doğusunda mürettebatıyla ve değerli
yükleriyle Likya mavisinin derinlerinde kayboldu.
Bronz çağının
başlarında batan bu yük gemisi, o zamanın ticaretini, kültürlerini günümüze
taşıdı.1982 yılında bir sünger avcısının gemiyi bulduktan sonra Türk ve
Amerikalı sualtı arkeologları kazı çalışmalarına başladılar ve geminin insanlık
tarihinin en eski batığı olduğu belirlendi. Gövdesinden alınan örnekler geminin
Mısır sahillerinde, sedir ağacından yapıldığı kanıtladı. Gemi hammadde olarak
kullanılacak cam külçeler, Mısır sahillerinde yetişen Abanoz ve Sedir ağacları taşıyordu.
Ayrıca kesilmiş ve tam kesilmemiş halde fildişleri, Mısır kıyılarından
getirilmiş su aygırı dişleri, vazo yapımında kullanılan deve kuşu yumurtaları
ve müzik aleti yapımında kullanıldığı tahmin edilen kaplumbağa da vardı. Bunlardan
başka Kıbrıs’ta üretilmiş seramikten yapılma kandiller, altın gümüş takılar,
bir altın kadeh, boncuklar ve altından yapılma fayanslar, kozmetik kutuları,
bakırdan yapılmış kap kaçaklar, su aygırı dişinden yapılmış bir borazan ve
nerede kullanıldığı bilinmeyen daha birçok ürün ve tunç aletler... Gemide
yiyecek olarak taşınan mallar da vardı bunlar; badem, üzüm, sumak, incir,
zeytin, buğday ve arpa tohumuydu.
Gemi ve insan
birlikteliği destanlarla da sürüp gider. Bunun bir yansıması Homeros’un Odessa
destanındır. Kahramanımız Odesseus’un serüveni insanoğlunun kutsala karşı
eylemlerinin kendisine hangi bedelleri getirdiğini göstermesiyle dikkat
çekicidir. Gemi topraktaki evin yerini alırken bir yandan da onu karısından
ayıran bir mekân, bir kader olarak karşımıza çıkar.
“Akha yiğitleri belli süreler ve
serüvenler geçirerek yurtlarına döndüler. İçlerinden çoğu öldü, bazıları
evlerine dönebildi. Sadece Odesseus bir türlü evine dönemedi ve bir on yıl daha
denizlerde süründü. Truva Savaşında Odesseus, Truva Şehrine dehlizlerden
gizlice girerek, şehri koruduğu düşünülen Athena'nın bizzat büyülediği bir
heykeli (Palladium) çalarak Agamemnon'a sunmuştu. Odesseus'un başındaki diğer
lânetler; Truva Savaşı sırasında tuzak kurarak Palamedes'in taşlanarak
öldürülmesi ve Rhesos'u uyurken atları için katletmesi diğer yaptıklarıdır.
Ayrıca, Poseidon'un oğlu olan dev kiklop Polyphemus'un tek gözünü kör etmesi de
başlı başına bir lânetti. Tüm bu lanetler Athena ve Poseidon tarafından
kendisine türlü belalar şeklinde yollandı. Ama sonunda Odesseus 20 yılını
evinden ayrı geçirdikten sonra lanetler Zeus tarafından kaldırıldı ve Odesseus
sevgili karısına kavuşabildi."
Truva savaşından
bin yıllar sonra yaşanan Çanakkale deniz savaşlarını anımsamamak elde değil. Gemi
bu kez karşımıza bir ölüm makinesi olarak çıkıyor. İngiltere ve Fransa,
çoğunluğu sömürge ülkelerinden topladıkları askerleri, dev savaş gemilerine doldurmuş,
Çanakkale’ye varmışlardı. Daha savaş başlamadan savaşı kaybeden Türk tarafınınsa
elinde son bir kozu vardı: Nusrat mayın gemisi… Anadolulu bu küçük gemi elinde
kalmış son 26 mayını kara sulara bıraktı. Bu kez Akha orduları yenilmişti.
Çanakkale’deki
karanlığın devleri sulara gömülmeden üç yıl önce ünlü yolcu gemisi Titanik
insanlık tarihinde büyüklüğü ve acıklı sonuyla önemli gemilerden biri olmuştu. İnsanların
hırs ve umut duygularıyla sınandığı bir yazgısı vardı lüks yolcu gemisinin.
White Star
denizcilik şirketi, yüksek kazanç sağlayan Kuzey Atlantik hattında piyasayı ele
geçirmek istediği için büyük gemiler yaptırdı. Ancak şirket, gemilerin hızı
açısından rakibi Cunard Line’la yarışamadı. Bu nedenle daha büyük ve lüks
gemiler üzerinde yoğunlaştı, böylece zengin ve ünlü insanlara seslenebilecekti.
Ama Titanik, başka bir amaca da hizmet edebilirdi. 1900-1914 yılları arasında
her yıl yaklaşık 900.000 göçmen Amerika Birleşik Devletleri’ne giriş yapıyordu.
Gemi şirketlerinin en büyük gelir kaynağı, bu yeni bir yaşam umudu ardında
koşan göçmenleri Avrupa’dan Birleşik Devletler’e taşımaktı.
Birçok insan
Titanik’in hikâyesinde birleşti, ironik biçimde basında “batmayan kale”
anlatımıyla yer alan gemi okyanusun soğuk sularına Atlantis gibi gömüldü.
İnsanoğlunun
yeryüzü sınavının bir parçası olan gemiler üzerindeki serüven bitmez. Önemli
olan tüm yaşamaların, emeklerin, yaratmaların sonunu görebilmek; bu bilgiyle,
idrakle yeryüzünü huzurla bırakıp gitmektir. Geride kalanın bizim izimizi takip
edenlere yol göstermesi büyük bir mutluluktur.