29 Haziran 2015 Pazartesi

ANA TANRIÇA'NIN ÇAĞRISI


Derin Bir İnanç Sistemi

Anadolu birçok kültürü kucaklamış, ama dönüştürerek kendi uygarlığına katmasını her zaman bilmiştir. Günümüzden 9000 yıl geriye gittiğimizde Anadolu uygarlığının özü olan “ana tanrıça” inancını görüyoruz. Bu inanç özü, yeryüzünün ve evrenin “yaşam veren anne” olarak görüldüğü, yaratıcı kutsal gücü taşıyordu. Yeryüzünde ataerkil dönemin başlamasına, ataerkil ve savaşçı kavimlerin istilasına karşın bu inanç yüzyıllarca direndi, yok olur gibi yaptı ama dinsel akımlarda ve günlük yaşam kültürünün içine karışarak başka bir süreçten geçip varlığını her zaman korudu. 

Gizli, gizemli bir Anadolu ideolojisi yaratan ana tanrıça inanç sistemleri; soyun kadına dayandığı, toplum yaşamında kadının geride kalmadığı, eşitliğe, paylaşımcılığa önem verildiği, barışçıl bir toplum düzeni amaçlandığı bir örnek oldu. Yapılan kazılarda silaha rastlanmaması bu düşünce biçiminin barışçıllığını kanıtladı.

Anadolu’ya M.Ö. 6000’den başlayarak gelmeye başlayan Hititler, Lidyalılar, Frigler, Yunan ve Romalılar ana tanrıça inancını tanımadan, ana tanrıçanın önünde eğilmeden bu topraklar üzeride egemenlik kuramadılar. Aynı durum Roma’dan sonra Osmanlı için de geçerli oldu, ana tanrıça tapınaklarında filizlenen tasavvuf akımlarına saygı gösteren yöneticiler yeni devletlerini hızla büyüttüler. Osmanlı bu öze ihanet ettiği zaman, gerileme dönemi de başlamış oldu. Bu dönem sanıldığı gibi 17. yüzyılda 1699 Karlofça ile değil, 14. yüzyılda Anadolu geleneğine aykırı toprak düzeninin getirildiği döneme rastlar. Anadolu’nun tepkisi Şeyh Bedrettin ile verilecektir.        

Anadolu insanının yönetimsel olarak güçsüz olduğu, başarısızlığı yaşadığı dönemlere baktığımızda köklerinden kopuk, yabancı toprakların inançlarını benimseyen yönetimlerin işbaşında olduğunu görürüz. Cumhuriyetin ilk yıllarında atılımlar bu kaderi değiştirme açısından etkili olmuştu. Ama cumhuriyet değerlerinden uzaklaştıkça yine gerileme içine girdik. Azra Erhat, Mavi Anadolu kitabında şunları yazıyor:

"Bir Batılı aydın, Troya, Efes veya Bergama’yı gezince çocukluğunda duyduğu efsaneleri, okuduğu kitapları, müzelerde gördüğü sanat eserlerini hatırlar. Bizim müzelerimiz ilk çağın en seçkin sanat eserleri ile dolup taşar ama biz bu eserleri konuşturmak yolunu bulamamışız daha."

Azra Erhat’ın ünlü yapıtı Mitoloji Sözlüğü’nde ana tanrıça, mitolojik bir kimlik olarak, Kibele adıyla anlatılır.  Tanrıça,  Attis adlı bir delikanlıya tutkundur, onu Pessinus kralının (kimi kaynaklarda kral Midas'ın) kızıyla evlenmek üzereyken düğün yerinde birden karşısına dikilerek çıldırtır ve kendi kendini hadım etmesini sağlar. Attis kendi kestiği hayalarından akan kanla toprağı sular, bitkilerin fışkırmasına yol açar ve bir çam ağacına dönüşür.

 

Anadolu’da Ana Tanrıça, Demeter olarak da adlandırılır. (De-meter: Toprak Ana) Kronos’la Rhea’nın kızıdır. Ekinleri ve özellikle buğdayı simgeler. Mevsimlerin döngüsüyle ilişkilidir. Homeros destanlarında Güzel Örgülü Demeter, Güzel Saçlı Kraliçe olarak anılır. Kızı Persephone bir gün oyun arkadaşlarıyla birlikte çayırda çiçek toplarken birden yer yarılır, tanrı Hades arabasıyla dışarı çıkarak kızı yakaladığı gibi kaçıp gider. Ümitsizlikten ne yapacağını bilmeyen Demeter, kızını araya araya bütün dünyada dolaşmadık yer bırakmaz. Sonunda her şeyi gören Güneş Tanrısı Helios, Persephone’nin yerini söyler. Demeter Olimpos’tan kaçarak ıssız bir yere çekilir. Onun küsmesiyle toprağın bereketi kalmaz, insanlar kıtlık tehlikesine uğrarlar. Persephone, kensine Hades tarafından verilen nar meyvesini yemiş olduğu için sevgiyle yeraltına bağlanmış olur. Tanrıların babası Zeus, sonunda yılın çiçek açma ve meyve zamanını annesi Demeter’in, geri kalan kışı da kocası Hades’in yanında geçirmesini kararlaştırır, böylelikle toprak yeniden canlanır.

 

Benzer bir hikaye de Hititlerde Telepinu mitosu olarak karşımıza çıkar. Burada Telepinu, bereketin sembolüdür. Tanrı Telepinu kızgın bir şekilde şehri terk eder. Şehirden uzaklaşır ve Anadolu bozkırında kaybolur. Yorgunluktan bitkin bir şekilde yatar ve uyur. Tanrının güçsüzlüğünde tüm ülkeyi sis kaplar, kuraklık ve açlık olur. Ocakta kütükler söner, koyun kuzusuna, inek buzağısına bakmaz. Tanrılar ise tapınakta suskundur. Bütün canlılar açlıktan ve kuraklıktan kırılmaktadır. Tanrılar kaygılanır ve Telepinu’yu aramaya koyulurlar. Telepinu’nun şehre getirilmesi ve iyileştirilmesiyle açlık ve kuraklık biter, bütün ülke normale döner. Kaybolan tanrının geri dönüşü de Hititlerde bayram olarak kutlanırdı.

 

Ana tanrıçayla ilgili toplumlar ve mitolojik adlandırmaların zaman dizimini aşağıdaki gibi gösterebiliriz:

 

 

TARİH
YER
ADLANDIRMA
M.Ö. 7000  
Çatalhöyük (Anadolu)
Ana tanrıça heykelcikleri
M.Ö. 6000  
Mısır
Ma’at ve Toht
M.Ö. 4000  
Sümer (Mezopotamya)
İnanna ve Temmuz
M.Ö. 2500  
Luvi  (Anadolu)
Ma ve Adra
M.Ö. 2000  
Hitit (Anadolu)
Kubaba
M.Ö. 600
Frigya-Likya (Anadolu)
Kibele ve Attis
M.Ö. 500    
Tevrat
Anam Melek ve Adra Melek
M.S. 100     
Roma (İtalya)
Magna Muter ve Attis
M.S. 400    
Kapadokya (Anadolu) 
Hagios Mamas
M.S. 1300  
Hacıbektaş (Anadolu)
Kutlu Melek ve İdris

 

 

Dünya toplumlarının belleklerinde yer edinen Ana Tanrıçayla ilgili bu ikili sembolizmin içinde ilerlersek:  “Ay ve Güneş >Kraliçe ve Kral >Ayna ve Nar >Gümüş ve Altın >Zaman ve Zamansızlık >Madde ve Ruh”  ile karşılaşırız.

 

 

 

Luviler’den Frigler’e

 

Luviler, Anadolu’da  Ma (Ama, Anna, Ava, Aya) yani Ana tanrıça adına birçok kent kurdu ve tapınak yaptı. Bu tapınağa “mabeth” adını verdiler, Luvicede  “Ma ananın evi” anlamına gelen sözcük bugün de “mabet” olarak sürüyor.  Adra,  Ana tanrıçanın erkeğiydi: eşini, oğlunu ya da kardeşini simgeliyordu.

 

Anadolu’dan Mısır’a, Mısır’dan Yunanistan’a ve Roma’ya  ana tanrıça öyküsünün ana çizgileri belliydi: Erkek ve kadın unsurlar, erkeğin yanlışı (Tevrat’ta cinsiyetin saptırılması ilginçtir), erkeğin kan akıtarak suçluyu cezalandırışı, kanın toprağa akması, erkeğin ağaç olarak doğması, kadının erkek olmadan çocuk doğurması…     

 

Kibele’yi birçok resim ve heykelde çocukla ya da doğum yaparken görürüz. O, kadınların doğumunda yardıma koşar, toprağın ürününü çoğaltmak için çalışır. Aynı zamanda hayvanların da kraliçesidir, onu yaban hayvanlarla resmederler.

 

Ana Tanrıça’nın Çağrısı

 

Ana Tanrıça’nın bu karışık dönemde yaptığı çağrıyı duymak gerekiyor. İçimizden, sağduyumuzdan gelen bin yılların dişil enerjisi acılı yürekleri sarmak istiyor. Şiddet yarışa giren öfkeli ruh varlıkları daha da çıkmazda kaybolmadan hem de. Zaman zaman tarih içinde kendisini görünür kılıyor Ana Tanrıça; Tıpkı İsa’dan sonra 4. Yüzyılda Hıristiyan bağnazlarıyla yaşanan tartışmalara o büyük yanıtı veren ünlü matematikçi Hypita’nın sözlerinden fışkırdığı gibi. Ne demişti Hypita:

 

“Bizi birleştirenler, ayıran şeylerden daha fazla, hepimiz kardeşiz.” 

 

Birçok Hitit ritüelinde Luvice duaların kullanılması ve Hitit’in, Yunan’ın, Frig’in, Roma’nın Ana Tanrıçayı önemseyerek benimsemesi boşuna değildi. Toplumun belleğinde diri duran bir güçtü Ana Tanrıça.

 

Anadolu’da farklı bir düşünce biçimi olgunlaşmıştı, eşitlikçi, paylaşımcı, barışçıl bir yaşam kurulmuştu. Kullanılan, tüketilen bir doğa anlayışı yerine bereketin kaynağı olarak toprağa, bitkilere, hayvanlara duyulan saygı tüm yaratılmışların birliği bilinciyle geliştirilmişti. Bütüncül bir dünya, evren anlayışı her dönem yeni bir filiz vermişti. Tasavvuf akımının ünlü isimleri Mevlana, Hacı Bektaş, Nasreddin Hoca, Yunus Emre bu kadim Anadolu felsefesinin devamıdır.

 

Anadolu insanı olarak öz yeteneklerimizin parçalarını arayıp bulurken geçmişin çekmeceleri içinde bulacağımız ilk yapboz parçası Luviler olacak. Anadolu kendini tanımaya kadim uygarlıklarıyla başlayacak. Kendi özünden koparılmış insanlar olarak yaşamanın bir zaman kaybı olduğunu, hatta ardında karanlık oyunların bulunduğunu anladığımız zaman yeryüzündeki anlamımızı, görevimizi fark etmeye başlayacağız. 1930’larda Cumhuriyet’in o kadar iş içinde başlattığı anlam arayışı tamamlanmamış işlerden biri olarak duruyor.

 

Genç nüfusumuzla dinamik bir toplumuz. Üstyapıda yapılan yeniliklerle başarıyı yakalamaya çalışıyoruz; ama altyapıdaki bölünmüşlüğümüzü önyargılarımızdan fark bile edemiyoruz. Geçmişin askeri başarılarıyla övünmek yerine başarısız dönemlerimizin can alıcı yanlışlarını fark edip derslerimizi alma olgunluğu göstermemiz gerekecek. Günümüzün sorunu Osmanlı-Cumhuriyet, laik-dinci çatışması ya da etnik sorunların çok ötesinde bir uygarlık seçimidir. Ya Ana Tanrıça ile gelen vicdan ve samimiyetle yaratıcı, bütüncül, anaç bir uygarlık ya da egemenlere hizmeti isteyen, ayrımcı, bencil, yasakçı bir uygarlık… Bu seçim aynı zamanda küresel bir sorundur. Tarih boyunca bu toprakların kaderi yeryüzüyle doğrudan ilişkili olmuştur.

 

Ancak şu var ki kültürel, zihinsel ve ruhsal parçalanmışlığımızı kendimize ısrarla söylediğimiz süslü yalanları bırakmadıkça tamamlamayacağız. Kendisine yabancılaştırılmış bir Anadolu insanı kendi toprağından, kendi ışığından gücünü almadıkça kendi gerçeğine ulaşamayacak, bir vazife bilinci de olan o yeryüzü katkısını sunamayacaktır.

4 Haziran 2015 Perşembe

Deli Gönül


Deli gönül yine çabuk parlarsın

Durduk yere bu nasıl bir seçimdir?

Aynı tuzaklara düşer durursun

Çılgın gibi tetiğe basan kimdir?

 

Anlarsın ama iş işten geçince

Kabadan katıdan erinmek gerek

Yükselirsin işin aslın bilince

Duygu atını dizginlemek gerek

 

Bir nefse kayarsa o anda özün

Yüzün eğilir de çatarsa kaşın

Zehir akar da bulanırsa sözün

Yıkar arındırır seni gözyaşın

 

Sonsuz sevgiye salınca kendini

Dünyanın malını tadında bırak

O zaman yıkıp aşınca bendini

Düşünce yükünü ardında bırak

 

Engin ol gönül yükselip sabreyle

Doğumun yakın yeni bir aleme

Kibrin kefenini biçip kabreyle

Düğünün olur gerek yok mateme

İNSANIN HARCI

Uzun yolu seçmek zorunda değiliz: dur, gözle, fark et, yüzleş ve dönüştür. İnsan durup kendini gözlemleyince yanlış yanlarını görür ve onlar...