Bir atom altı parçacığın yörüngesindeyken birden bire başka bir parçacığa çekilmesinin nedenini düşündünüz mü hiç? Bir mikroskopla tek hücrelinin ikiye bölünmesini izlediniz, derin sularda yumurtalarını bekleyen balığın kalp çırpıntısını duyumsadınız mı? Ya da bir erkek güvercinin dişi bir güvercine dokunuşunu gördünüz mü? Bir belgesel filmde ölmek için giden bir fili takip edip o yerdeki kemikleri fark ettiniz mi? Bir insanın inzivada neler düşündüğünü deneyimlediniz ya da çilehanenin dar ve alçak kapısının ne anlama geldiğini araştırdınız mı? Bu saydığım örnekler sizi bir yerlere çektiyse siz de sevgi yolundasınız demektir.
Ermişlerin vazgeçmişlikleri insanı her zaman etkilemiş,
onların piştikten sonra yola koyuluşları, şiir söylemeleri birçoğunun kaderini
değiştirmiş. Koskoca Aşık Paşa, 14. Yüzyılda, Yunus’u keşfedip sarayı, malı
mülkü bırakıp düşmüş yollara. Farsçayı, aruzu bırakmış Yunus’ça söylemeye
başlamış. On binlerce talip dergaha girmiş, çileye durmuş. Pirin ellerinden
bade içmiş, yüce bir deryaya girip balık gibi yüzmüş.
Yalnızlık sevgisi anlamlı bir anı olsa gerek, o gizemli
tadı bilen için. O kendi kendinin evreni olmak algısı, insanın yüksek duyguları
içinde özel bir durum. Ayrıksı, enginliklerde ve kendisine yaban olan ne varsa
bırakmış olarak.
Kendimle kaldığım zaman, örneğin bir yazıya
başladığımda, ilk önce ellerimi görüyor, onlarla baş başa kalıyorum. Kimi zaman
ne bunlar, diye şaşarak izliyorum ellerimi. Başka birine aitmiş gibi ya da bir
masa, bir bardak, bir kalemmiş gibi izliyorum ödünç ellerimi. Hiç düşünmüyorum
bile “ben nerdeyim”i.
Bedenimi anımsıyorum sonra, ayaklarımı, gövdemi ve
kafatasımı. Ben bunlar da değilim ve geçiyorum karşıma, izliyorum karşımdakini.
Ne güzel bir derleme, diyorum kendi kendime. Bu dünyanın maddesinden yapılmış
muhteşem, ama bir o kadar da yorgun bir makine. Özel bir elbise duruyor
karşımda, sıyrılıp çıkmışım içinden. Çıkan ne? Çıkan bilincim? Bilinç ne? O da
bedenim gibi bir madde. İdrak denen bir enerjiyle sıkıştırılmış bir bilgi
demeti taşıyan özel bir alan. Daha ölçülemeyen, ayrıntıları bilinmeyen bir
varlık ya da Horasan Erenlerinin dediği gibi: can.
Elbet bilim alanını genişlettikçe ölçülemeyen enerjiler
de ölçülebilecek, “yok”ta bekleyen bilgiler “var”da olacak. Din özüne
döndüğünde, belki sevgiyi öğrendiğinde, durağan madde karakterini bırakıp
devingen ruh karakterini kazanacak ve yol görünür olacak.
Gün gelecek her insan kendi planında maddeyle olan
sınavını bitirecek, bıkacak bu oynaşmadan. Yunus gibi haykıracak: “Var biraz da
sen oyalan”. İşte o zaman bilinecek Yunus’un yandığı, piştiği, o insanı diyar
diyar dolaştıran, ermişçe konuşturan sevgi.
“Çalap’ın* katında sevginin bin türlüsü var” diyen ey
Koca Yunus! Sevgi ne ola? Elbette Yunus’un gittiği yer belli, merdiveni sevgi.
Sevgi de madde, öfkeden daha ince, öfkeden ötede. Sevgi beden kabuğunda bir
inci… Öfke, nefret yanan bir taş. Sevgi su onun yanında, sevgi su gibi çözücü,
silici…
Yunus’ta sevgi, cenneti bile bırakma. Sevgi denen
madde, bıraktıkça çekilebilme. Sevgi denen madde, azaldıkça bütünlenen bir
varlığı tamamlama.
(* Çalap: Yaradan, Tanrı)