Derin Bir İnanç Sistemi
Anadolu
birçok kültürü kucaklamış, ama dönüştürerek kendi uygarlığına katmasını her
zaman bilmiştir. Günümüzden 9000 yıl geriye gittiğimizde Anadolu uygarlığının
özü olan “ana tanrıça” inancını görüyoruz. Bu inanç özü, yeryüzünün ve evrenin
“yaşam veren anne” olarak görüldüğü, yaratıcı kutsal gücü taşıyordu. Yeryüzünde
ataerkil dönemin başlamasına, ataerkil ve savaşçı kavimlerin istilasına karşın
bu inanç yüzyıllarca direndi, yok olur gibi yaptı ama dinsel akımlarda ve
günlük yaşam kültürünün içine karışarak başka bir süreçten geçip varlığını her
zaman korudu.
Gizli,
gizemli bir Anadolu ideolojisi yaratan ana tanrıça inanç sistemleri; soyun
kadına dayandığı, toplum yaşamında kadının geride kalmadığı, eşitliğe,
paylaşımcılığa önem verildiği, barışçıl bir toplum düzeni amaçlandığı bir örnek
oldu. Yapılan kazılarda silaha rastlanmaması bu düşünce biçiminin
barışçıllığını kanıtladı.
Anadolu’ya
M.Ö. 6000’den başlayarak gelmeye başlayan Hititler, Lidyalılar, Frigler, Yunan
ve Romalılar ana tanrıça inancını tanımadan, ana tanrıçanın önünde eğilmeden bu
topraklar üzeride egemenlik kuramadılar. Aynı durum Roma’dan sonra Osmanlı için
de geçerli oldu, ana tanrıça tapınaklarında filizlenen tasavvuf akımlarına
saygı gösteren yöneticiler yeni devletlerini hızla büyüttüler. Osmanlı bu öze
ihanet ettiği zaman, gerileme dönemi de başlamış oldu. Bu dönem sanıldığı gibi
17. yüzyılda 1699 Karlofça ile değil, 14. yüzyılda Anadolu geleneğine aykırı
toprak düzeninin getirildiği döneme rastlar. Anadolu’nun tepkisi Şeyh Bedrettin
ile verilecektir.
Anadolu
insanının yönetimsel olarak güçsüz olduğu, başarısızlığı yaşadığı dönemlere
baktığımızda köklerinden kopuk, yabancı toprakların inançlarını benimseyen
yönetimlerin işbaşında olduğunu görürüz. Cumhuriyetin ilk yıllarında atılımlar
bu kaderi değiştirme açısından etkili olmuştu. Ama cumhuriyet değerlerinden
uzaklaştıkça yine gerileme içine girdik. Azra Erhat, Mavi Anadolu kitabında
şunları yazıyor:
"Bir
Batılı aydın, Troya, Efes veya Bergama’yı gezince çocukluğunda duyduğu efsaneleri,
okuduğu kitapları, müzelerde gördüğü sanat eserlerini hatırlar. Bizim
müzelerimiz ilk çağın en seçkin sanat eserleri ile dolup taşar ama biz bu
eserleri konuşturmak yolunu bulamamışız daha."
Azra Erhat’ın ünlü
yapıtı Mitoloji Sözlüğü’nde ana tanrıça, mitolojik bir kimlik olarak, Kibele
adıyla anlatılır. Tanrıça, Attis adlı bir delikanlıya tutkundur, onu
Pessinus kralının (kimi kaynaklarda kral Midas'ın) kızıyla evlenmek üzereyken
düğün yerinde birden karşısına dikilerek çıldırtır ve kendi kendini hadım
etmesini sağlar. Attis kendi kestiği hayalarından akan kanla toprağı sular,
bitkilerin fışkırmasına yol açar ve bir çam ağacına dönüşür.
Anadolu’da Ana
Tanrıça, Demeter olarak da adlandırılır. (De-meter: Toprak Ana) Kronos’la
Rhea’nın kızıdır. Ekinleri ve özellikle buğdayı simgeler. Mevsimlerin
döngüsüyle ilişkilidir. Homeros destanlarında Güzel Örgülü Demeter, Güzel Saçlı
Kraliçe olarak anılır. Kızı Persephone bir gün oyun arkadaşlarıyla birlikte
çayırda çiçek toplarken birden yer yarılır, tanrı Hades arabasıyla dışarı
çıkarak kızı yakaladığı gibi kaçıp gider. Ümitsizlikten ne yapacağını bilmeyen
Demeter, kızını araya araya bütün dünyada dolaşmadık yer bırakmaz. Sonunda her
şeyi gören Güneş Tanrısı Helios, Persephone’nin yerini söyler. Demeter Olimpos’tan
kaçarak ıssız bir yere çekilir. Onun küsmesiyle toprağın bereketi kalmaz,
insanlar kıtlık tehlikesine uğrarlar. Persephone, kensine Hades tarafından
verilen nar meyvesini yemiş olduğu için sevgiyle yeraltına bağlanmış olur.
Tanrıların babası Zeus, sonunda yılın çiçek açma ve meyve zamanını annesi
Demeter’in, geri kalan kışı da kocası Hades’in yanında geçirmesini
kararlaştırır, böylelikle toprak yeniden canlanır.
Benzer bir hikaye
de Hititlerde Telepinu mitosu olarak karşımıza çıkar. Burada Telepinu,
bereketin sembolüdür. Tanrı Telepinu kızgın bir şekilde şehri terk eder.
Şehirden uzaklaşır ve Anadolu bozkırında kaybolur. Yorgunluktan bitkin bir
şekilde yatar ve uyur. Tanrının güçsüzlüğünde tüm ülkeyi sis kaplar, kuraklık
ve açlık olur. Ocakta kütükler söner, koyun kuzusuna, inek buzağısına bakmaz.
Tanrılar ise tapınakta suskundur. Bütün canlılar açlıktan ve kuraklıktan
kırılmaktadır. Tanrılar kaygılanır ve Telepinu’yu aramaya koyulurlar.
Telepinu’nun şehre getirilmesi ve iyileştirilmesiyle açlık ve kuraklık biter,
bütün ülke normale döner. Kaybolan tanrının geri dönüşü de Hititlerde bayram
olarak kutlanırdı.
Ana tanrıçayla
ilgili toplumlar ve mitolojik adlandırmaların zaman dizimini aşağıdaki gibi
gösterebiliriz:
TARİH
|
YER
|
ADLANDIRMA
|
M.Ö. 7000
|
Çatalhöyük
(Anadolu)
|
Ana tanrıça
heykelcikleri
|
M.Ö. 6000
|
Mısır
|
Ma’at ve Toht
|
M.Ö. 4000
|
Sümer
(Mezopotamya)
|
İnanna ve Temmuz
|
M.Ö. 2500
|
Luvi (Anadolu)
|
Ma ve Adra
|
M.Ö. 2000
|
Hitit (Anadolu)
|
Kubaba
|
M.Ö. 600
|
Frigya-Likya
(Anadolu)
|
Kibele ve Attis
|
M.Ö. 500
|
Tevrat
|
Anam Melek ve
Adra Melek
|
M.S. 100
|
Roma (İtalya)
|
Magna Muter ve
Attis
|
M.S. 400
|
Kapadokya
(Anadolu)
|
Hagios Mamas
|
M.S. 1300
|
Hacıbektaş
(Anadolu)
|
Kutlu Melek ve
İdris
|
Dünya toplumlarının
belleklerinde yer edinen Ana Tanrıçayla ilgili bu ikili sembolizmin içinde
ilerlersek: “Ay ve Güneş >Kraliçe ve Kral >Ayna ve Nar >Gümüş ve Altın
>Zaman ve Zamansızlık >Madde ve Ruh”
ile karşılaşırız.
Luviler’den
Frigler’e
Luviler,
Anadolu’da Ma (Ama, Anna, Ava, Aya) yani
Ana tanrıça adına birçok kent kurdu ve tapınak yaptı. Bu tapınağa “mabeth”
adını verdiler, Luvicede “Ma ananın evi”
anlamına gelen sözcük bugün de “mabet” olarak sürüyor. Adra,
Ana tanrıçanın erkeğiydi: eşini, oğlunu ya da kardeşini simgeliyordu.
Anadolu’dan
Mısır’a, Mısır’dan Yunanistan’a ve Roma’ya
ana tanrıça öyküsünün ana çizgileri belliydi: Erkek ve kadın unsurlar,
erkeğin yanlışı (Tevrat’ta cinsiyetin saptırılması ilginçtir), erkeğin kan
akıtarak suçluyu cezalandırışı, kanın toprağa akması, erkeğin ağaç olarak
doğması, kadının erkek olmadan çocuk doğurması…
Kibele’yi birçok
resim ve heykelde çocukla ya da doğum yaparken görürüz. O, kadınların doğumunda
yardıma koşar, toprağın ürününü çoğaltmak için çalışır. Aynı zamanda
hayvanların da kraliçesidir, onu yaban hayvanlarla resmederler.
Ana
Tanrıça’nın Çağrısı
Ana Tanrıça’nın bu
karışık dönemde yaptığı çağrıyı duymak gerekiyor. İçimizden, sağduyumuzdan
gelen bin yılların dişil enerjisi acılı yürekleri sarmak istiyor. Şiddet yarışa
giren öfkeli ruh varlıkları daha da çıkmazda kaybolmadan hem de. Zaman zaman
tarih içinde kendisini görünür kılıyor Ana Tanrıça; Tıpkı İsa’dan sonra 4.
Yüzyılda Hıristiyan bağnazlarıyla yaşanan tartışmalara o büyük yanıtı veren
ünlü matematikçi Hypita’nın sözlerinden fışkırdığı gibi. Ne demişti Hypita:
“Bizi
birleştirenler, ayıran şeylerden daha fazla, hepimiz kardeşiz.”
Birçok Hitit
ritüelinde Luvice duaların kullanılması ve Hitit’in, Yunan’ın, Frig’in, Roma’nın
Ana Tanrıçayı önemseyerek benimsemesi boşuna değildi. Toplumun belleğinde diri
duran bir güçtü Ana Tanrıça.
Anadolu’da farklı
bir düşünce biçimi olgunlaşmıştı, eşitlikçi, paylaşımcı, barışçıl bir yaşam
kurulmuştu. Kullanılan, tüketilen bir doğa anlayışı yerine bereketin kaynağı
olarak toprağa, bitkilere, hayvanlara duyulan saygı tüm yaratılmışların birliği
bilinciyle geliştirilmişti. Bütüncül bir dünya, evren anlayışı her dönem yeni
bir filiz vermişti. Tasavvuf akımının ünlü isimleri Mevlana, Hacı Bektaş,
Nasreddin Hoca, Yunus Emre bu kadim Anadolu felsefesinin devamıdır.
Anadolu insanı
olarak öz yeteneklerimizin parçalarını arayıp bulurken geçmişin çekmeceleri
içinde bulacağımız ilk yapboz parçası Luviler olacak. Anadolu kendini tanımaya
kadim uygarlıklarıyla başlayacak. Kendi özünden koparılmış insanlar olarak
yaşamanın bir zaman kaybı olduğunu, hatta ardında karanlık oyunların
bulunduğunu anladığımız zaman yeryüzündeki anlamımızı, görevimizi fark etmeye
başlayacağız. 1930’larda Cumhuriyet’in o kadar iş içinde başlattığı anlam
arayışı tamamlanmamış işlerden biri olarak duruyor.
Genç nüfusumuzla
dinamik bir toplumuz. Üstyapıda yapılan yeniliklerle başarıyı yakalamaya
çalışıyoruz; ama altyapıdaki bölünmüşlüğümüzü önyargılarımızdan fark bile edemiyoruz.
Geçmişin askeri başarılarıyla övünmek yerine başarısız dönemlerimizin can alıcı
yanlışlarını fark edip derslerimizi alma olgunluğu göstermemiz gerekecek.
Günümüzün sorunu Osmanlı-Cumhuriyet, laik-dinci çatışması ya da etnik sorunların
çok ötesinde bir uygarlık seçimidir. Ya Ana Tanrıça ile gelen vicdan ve
samimiyetle yaratıcı, bütüncül, anaç bir uygarlık ya da egemenlere hizmeti
isteyen, ayrımcı, bencil, yasakçı bir uygarlık… Bu seçim aynı zamanda küresel
bir sorundur. Tarih boyunca bu toprakların kaderi yeryüzüyle doğrudan ilişkili
olmuştur.
Ancak şu
var ki kültürel, zihinsel ve ruhsal parçalanmışlığımızı kendimize ısrarla
söylediğimiz süslü yalanları bırakmadıkça tamamlamayacağız. Kendisine
yabancılaştırılmış bir Anadolu insanı kendi toprağından, kendi ışığından gücünü
almadıkça kendi gerçeğine ulaşamayacak, bir vazife bilinci de olan o yeryüzü
katkısını sunamayacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder